Gerçek Türk Aydını |
Türkiye birileri tarafından büyük bir hızla "dönüştürülüyor". Karşı Devrim bir taraftan Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti'nden geriye kalan bütün kurumları değiştirip dönüştürmekle uğraşırken, diğer taraftan da bu yeni devlete uygun yeni bir tarih yazmak için uğraşıyor. Karşı Devrim kendi tarihini yazıyor. Bunu yaparken de "Resmi tarihle yüzleşme" adı atlında tarihi gerçekleri alt üst ediyor. Hainleri kahraman, kahramanları hain, küskünleri mağdur ilan ediyor. Özellikle "malum cemaat" eliyle yürütülen bu "tarih operasyonu" çerçevesinde belli "gazeteci-tarihçiler" adeta "tetikçilik" yapıyor. Her gün gazete köşelerinde, yandaş tv kanallarında, yazdıkları kitaplarda ve çıkardıkları dergilerde "yakın tarihi" eğip bükerek Karşı Devrim'e uygun "kurmaca bir tarih" üretiyor. Yakın tarihi, okul kitaplarındaki eksik ve sıkıcı anlatımlardan ve dizilerden öğrenmiş olan Türk insanı ise bu "kurmaca tarihi" gerçek zannediyor, bu Karşı Devrimci tarihçi tetikçilerin palavralarına, çarpıtmalarına, istismarlarına inanıyır... Türkiye, tarihin hiçbir döneminde görülmedik bir biçimde Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı Karşı Devrimci tarihçi tetikçilerin ürettiği tarihi yalanlarla kuşatılmış durumda. Çok daha önemlisi bu "tarihi yalanlar" Karşı Devrim çerçevesinde dönüştürülen Milli Eğitim müfredatına, okullardaki tarih derslerine kadar girmiş durumda. Okullarımızda artık Vahdettinler, İskilipli Atıflar kahraman; Ali Kemaller, Mustafa Sabriler, Said-i Nursiler mağdur; Atatürk muhalifi Kazım Karabekir'ler ise gerçek "Büyük Önder" olarak anlatılıyor. Atatürk ise, artık "hiçbirşey" konumuna indirgenmiş durumda!..
Karşı Devrimin cemaatçi tarihçi tetikçileri son günlerde özellikle Kazım Karabekir Paşa'yı istismar ederek, Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'ndaki büyük rolünü azaltma yoluna gidiyorlar. Bu tetikçilerin son numaraları önce Atatürk'ün silah arkadaşı, sonra devrim muhalifi ve "istiklal mahkemesi" sanığı olan "küskün" Kazım Karabekir'in Atatürk ve Kurtuluş Savaşı hakkında yazdıklarını "köpürterek" Atatürk'e saldırmak. Yazdıkları kitaplarda, katıldıkları tv programlarında ve çıkardıkları dergilerde "KURTULUŞ SAVAŞI'NI ATATÜRK'ÜN DEĞİL KAZIM KARABEKİR'İN BAŞLATTIĞINI, ATATÜRK'ÜN KURTULUŞ SAVAŞI'NA SONRADAN KATILDIĞINI (!)" iddia ederek, Kurtuluş Savaşı'nın gerçek önderinin Karabekir olduğunu ileri süren bu "tarihçi tetikçilere" bir "tarih dersi" daha vermenin zamanı geldi de geçiyor bile...
Fotolar: Zaman gazetesi yazarı Mustafa Armağan'ın Karşı Devrim yolundaki "operasyonel tarihçiliğine" iki örnek: Mustafa Armağan, Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'ndaki etkisini-rolünü azaltmak için Kazım Karabekir'i alabildiğince istismar etmekte. Karabekir'in hayatta olan akrabalarının (örneğin Timsal Karabekir'in) bu istismara sessiz kalması düşündürücüdür.
İşte "Kurtuluş Savaşı'nı Atatürk değil 'başkaları' başlattı. Atatürk bu savaşa sonradan katıldı!" diyen Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı, cemaatin kadrolu tarihçilerine, pardon tarihçi tetikçilerine yanıtım:
ATATÜRK KURTULUŞ SAVAŞI'NI KASIM 1918'DE BAŞLATMIŞTI
(Kilis-İskenderun-Adana Savunma Planı)
Atatürk, I. Dünya Savaşı’nın sonrasında Kilis-İskenderun-Adana bölgelerinde oluşturulacak bir savunmayla İngiltere, Fransa ve İtalya gibi emperyalist güçlerin Anadolu’yu işgallerini önlemek amacıyla bir proje geliştirmiştir; fakat İstanbul Hükümeti’nin “korkaklığı” ve “teslimiyetçiliği” yüzünden görevden alındığı için bu projeyi tam anlamıyla düşünceden uygulamaya geçirememiştir. Her şeyi en başından anlatalım:
Anadolu’yu Savunma Düşüncesi
I. Dünya Savaşı’nda Enver Paşa ve diğer İttihatçılar, Arap çöllerinde ve Turan ellerinde hayal peşinde koşmanın hesaplarını yaparken, Atatürk Anadolu’yu savunmanın hesapları yapmıştır.
I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale cephesinde İngilizleri ve Fransızları durduran, Doğu cephesinde Muş ve Bitlis’i Ruslardan geri alan Atatürk, 17 Şubat 1917’de Hicaz Seferi Kuvvetler Komutanlığı’na atanmıştır. Bu ordunun görevi, Arap Yarımadası’nı; Mekke’yi, Kabe’yi savunmak ve Suriye’yi Medine’ye bağlayan demir yolunu elde tutmaktır. Fakat Atatürk’ün çok daha başka düşünceleri vardır: O, değil Hicaz’a asker sevk etmek, oradaki askerleri de alıp Anadolu ve çevresinde güçlü bir “savunma hattı” oluşturmak istemektedir. Atatürk, Halep’e giderek bu düşüncesini Enver Paşa ve Cemal Paşa’yla paylaşmış, ancak görüşleri dikkate alınmayınca görevinden istifa edip İstanbul’a dönmüştür.
Enver Paşa, Atatürk’ü bu sefer de Kafkasya içlerindeki 9. Ordu Komutanlığı’na atamak istemiş, ancak Atatürk, Anadolu dışındaki bu uzak görevi kabul etmeyince bu sefer de Suriye’deki 7. Ordu Komutanlığı’na atanmıştır.
Atatürk, Suriye cephesinde 7. Ordu Komutanı’yken grup komutanı Alman General Falkenhayn’la görüş ayrılığına düşmüştür. Falkenhayn, önce İngilizleri Palestin’den söküp atmayı sonra da Bağdat’ı almayı planlamaktadır. Başkomutan Vekili Enver Paşa da Falkenhayn gibi düşünmektedir: Rauf Orbay’a, “Biz genel durum bakımından Medine’nin sonuna kadar savunulmasını, Bağdat’ın da bir an önce geri alınmasını siyaseten gerekli görüyoruz” demiştir. Geleceği doğru okuma yeteneğine sahip olan Atatürk, General Falkenhayn’ın sadece Alman çıkarlarını düşündüğünü, İngiliz üstünlüğüne aldırış etmeden, Arapların iç yapılarını dikkate almadan emrindeki Türk ordularını ateşe atarak bir taarruz planı üzerinde çalıştığını fark etmiştir.
Atatürk, Alman çıkarlarını koruyan ve Türk ordusuna zarar veren General Falkenhayn’la çalışmak istemediğini iki raporla üstlerine bildirmiştir:
Atatürk, ilk raporunu, 20 Eylül 1917’de Halep’ten, Dahiliye Nazırı Talat Paşa ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya göndermiştir. Atatürk, 2010 kelimelik, 7 büyük kitap sayfası tutan bu uzun raporunda “cesaretle” ve “açık yüreklilikle” şu çarpıcı değerlendirmeleri yapmıştır:
I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale cephesinde İngilizleri ve Fransızları durduran, Doğu cephesinde Muş ve Bitlis’i Ruslardan geri alan Atatürk, 17 Şubat 1917’de Hicaz Seferi Kuvvetler Komutanlığı’na atanmıştır. Bu ordunun görevi, Arap Yarımadası’nı; Mekke’yi, Kabe’yi savunmak ve Suriye’yi Medine’ye bağlayan demir yolunu elde tutmaktır. Fakat Atatürk’ün çok daha başka düşünceleri vardır: O, değil Hicaz’a asker sevk etmek, oradaki askerleri de alıp Anadolu ve çevresinde güçlü bir “savunma hattı” oluşturmak istemektedir. Atatürk, Halep’e giderek bu düşüncesini Enver Paşa ve Cemal Paşa’yla paylaşmış, ancak görüşleri dikkate alınmayınca görevinden istifa edip İstanbul’a dönmüştür.
Enver Paşa, Atatürk’ü bu sefer de Kafkasya içlerindeki 9. Ordu Komutanlığı’na atamak istemiş, ancak Atatürk, Anadolu dışındaki bu uzak görevi kabul etmeyince bu sefer de Suriye’deki 7. Ordu Komutanlığı’na atanmıştır.
Atatürk, Suriye cephesinde 7. Ordu Komutanı’yken grup komutanı Alman General Falkenhayn’la görüş ayrılığına düşmüştür. Falkenhayn, önce İngilizleri Palestin’den söküp atmayı sonra da Bağdat’ı almayı planlamaktadır. Başkomutan Vekili Enver Paşa da Falkenhayn gibi düşünmektedir: Rauf Orbay’a, “Biz genel durum bakımından Medine’nin sonuna kadar savunulmasını, Bağdat’ın da bir an önce geri alınmasını siyaseten gerekli görüyoruz” demiştir. Geleceği doğru okuma yeteneğine sahip olan Atatürk, General Falkenhayn’ın sadece Alman çıkarlarını düşündüğünü, İngiliz üstünlüğüne aldırış etmeden, Arapların iç yapılarını dikkate almadan emrindeki Türk ordularını ateşe atarak bir taarruz planı üzerinde çalıştığını fark etmiştir.
Atatürk, Alman çıkarlarını koruyan ve Türk ordusuna zarar veren General Falkenhayn’la çalışmak istemediğini iki raporla üstlerine bildirmiştir:
Atatürk, ilk raporunu, 20 Eylül 1917’de Halep’ten, Dahiliye Nazırı Talat Paşa ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya göndermiştir. Atatürk, 2010 kelimelik, 7 büyük kitap sayfası tutan bu uzun raporunda “cesaretle” ve “açık yüreklilikle” şu çarpıcı değerlendirmeleri yapmıştır:
1. Halk ile yönetim arasındaki bağlar sarsılmıştır. Ülke genel bir anarşiye doğru sürüklenmektedir.
2. Mülki idare tam bir aciz içindedir. Zabıta kuvvetleri zayıf ve yetersizidir. Memurlar, rüşvet almakta, yolsuzluk ve vurgunculuk yapmaktadır.
3. Yargı işlememektedir.
4. Ekonomi çökmektedir.
5. Saltanat çürümektedir. Bir gün hep birden çökmesi ihtimali vardır.
6. Almanların, I. Dünya Savaşı’nı kazanması imkansızdır.
7. Ordumuz, sefil ve perişan durumdadır.
8. Alman general Falkenhayn Alman çıkarlarını korumaktadır.
Atatürk, sorunları bu şekilde sıraladıktan sonra çözüm yollarını da şöyle sıralamıştır:
2. Mülki idare tam bir aciz içindedir. Zabıta kuvvetleri zayıf ve yetersizidir. Memurlar, rüşvet almakta, yolsuzluk ve vurgunculuk yapmaktadır.
3. Yargı işlememektedir.
4. Ekonomi çökmektedir.
5. Saltanat çürümektedir. Bir gün hep birden çökmesi ihtimali vardır.
6. Almanların, I. Dünya Savaşı’nı kazanması imkansızdır.
7. Ordumuz, sefil ve perişan durumdadır.
8. Alman general Falkenhayn Alman çıkarlarını korumaktadır.
Atatürk, sorunları bu şekilde sıraladıktan sonra çözüm yollarını da şöyle sıralamıştır:
1. Hükümeti güçlendirmek,
2. Beslenmeyi sağlamak,
3. Yolsuzlukları en aza indirmek,
4. Ülkeyi sağlam bir hareket üssü haline getirmek
5. Askeri politikamızı bir savunma politikası haline getirmeK
2. Beslenmeyi sağlamak,
3. Yolsuzlukları en aza indirmek,
4. Ülkeyi sağlam bir hareket üssü haline getirmek
5. Askeri politikamızı bir savunma politikası haline getirmeK
Atatürk, askerlik tarihinde bir benzerine daha rastlanmayan bu ünlü raporunu şu çarpıcı cümlelerle bitirmiştir: “Askeri politikamız bir savunma politikası olmalı. Elimizde bulunan kuvvetleri ve bir tek eri sonuna kadar saklamalıyız. Memleket dışında da bir tek Türk askeri kalmamalıdır. İşte benim düşüncelerim bundan ibarettir. Bulunduğunuz mevki sebebiyle bunları tasvir etmekle vicdanım üzerindeki yükü atmış olduğuma inanıyorum”
İşte Atatürk’ün 1917 yılındaki düşüncesi: “Memleket (Anadolu) dışında bir tek Türk askeri kalmamalıdır.” şeklindedir. Atatürk’ün, “Memleket dışında bir tek Türk askeri kalmamalıdır” dediği o günlerde Enver Paşa, Kafkaslarda, Dağıstan’da ve Hicaz da bulunan orduların zafer haberlerini beklemekte, bu da yetmezmiş gibi Hindistan’a bir sefer yapmayı planlamaktadır.
Birinci raporundan herhangi bir sonuç alamayan Atatürk, 24 Eylül 1917’de, yine Halep’ten Enver ve Cemal Paşalara ikinci bir rapor daha göndermiştir. Bu raporunda özellikle General Falkenhayn’ı çok ağır bir dille eleştirerek görevden alınmasını istemiş, aksi halde istifa edeceğini belirtmiştir.
Atatürk’ün, Enver Paşa gibi rakiplerinin onu bir kaşık suda boğmak istedikleri bir ortamda “idamı göze alarak” böyle raporlar hazırlaması, her şeyden önce onun katıksız vatanseverliğinin bir göstergesidir.
Atatürk, ülkenin yanlış politikalar nedeniyle her geçen gün biraz daha batağa sürüklendiği bir ortamda, sorumluluk sahibi bir asker ve duyarlı bir yurttaş olarak her şeyi göze alıp devleti yönetenleri uyarmayı kendisine bir görev saymıştır.
Atatürk’ün bu tarihi raporları adeta görmezlikten gelinmiştir. Hükümet ve Başkomutanlık, ne bir disiplin soruşturması açmış, ne de görüşlerini dikkate almıştır. Bunun üzerine o da “kendi kendimi görevden aldım” diyerek istifa etmiştir.
Yıldırım Orduları Komutanı Falkaenhayn, bu durumu disiplin aşımı olarak değerlendirerek Atatürk’ün derhal cezalandırılmasını istemişse de Enver Paşa, böyle bir kararın Atatürk’ün kamuoyundaki şöhretini daha da arttıracağını düşünerek onu Diyarbakır’daki 2. Ordu Komutanlığı’na atamıştır. Ancak Atatürk, görüşleri dikkate alınmadıkça ve raporlarında belirttiği sorunlar çözümlenmedikçe “hiçbir makamda memlekete hizmet etmeyeceğini” belirterek bu görevden de istifa edip İstanbul’a dönmüştür. Bu sırada Şehzade Vahdettin’le birlikte Almanya seyahatine çıkmıştır.
Atatürk bir süre sonra yeniden Suriye-Filistin’deki 7. Ordu Komutanlığı’na atanmıştır. Bu sırada Yıldırım Orduları Komutanlığı’na Liman Von Sanders getirilmiştir.
İşte Atatürk’ün 1917 yılındaki düşüncesi: “Memleket (Anadolu) dışında bir tek Türk askeri kalmamalıdır.” şeklindedir. Atatürk’ün, “Memleket dışında bir tek Türk askeri kalmamalıdır” dediği o günlerde Enver Paşa, Kafkaslarda, Dağıstan’da ve Hicaz da bulunan orduların zafer haberlerini beklemekte, bu da yetmezmiş gibi Hindistan’a bir sefer yapmayı planlamaktadır.
Birinci raporundan herhangi bir sonuç alamayan Atatürk, 24 Eylül 1917’de, yine Halep’ten Enver ve Cemal Paşalara ikinci bir rapor daha göndermiştir. Bu raporunda özellikle General Falkenhayn’ı çok ağır bir dille eleştirerek görevden alınmasını istemiş, aksi halde istifa edeceğini belirtmiştir.
Atatürk’ün, Enver Paşa gibi rakiplerinin onu bir kaşık suda boğmak istedikleri bir ortamda “idamı göze alarak” böyle raporlar hazırlaması, her şeyden önce onun katıksız vatanseverliğinin bir göstergesidir.
Atatürk, ülkenin yanlış politikalar nedeniyle her geçen gün biraz daha batağa sürüklendiği bir ortamda, sorumluluk sahibi bir asker ve duyarlı bir yurttaş olarak her şeyi göze alıp devleti yönetenleri uyarmayı kendisine bir görev saymıştır.
Atatürk’ün bu tarihi raporları adeta görmezlikten gelinmiştir. Hükümet ve Başkomutanlık, ne bir disiplin soruşturması açmış, ne de görüşlerini dikkate almıştır. Bunun üzerine o da “kendi kendimi görevden aldım” diyerek istifa etmiştir.
Yıldırım Orduları Komutanı Falkaenhayn, bu durumu disiplin aşımı olarak değerlendirerek Atatürk’ün derhal cezalandırılmasını istemişse de Enver Paşa, böyle bir kararın Atatürk’ün kamuoyundaki şöhretini daha da arttıracağını düşünerek onu Diyarbakır’daki 2. Ordu Komutanlığı’na atamıştır. Ancak Atatürk, görüşleri dikkate alınmadıkça ve raporlarında belirttiği sorunlar çözümlenmedikçe “hiçbir makamda memlekete hizmet etmeyeceğini” belirterek bu görevden de istifa edip İstanbul’a dönmüştür. Bu sırada Şehzade Vahdettin’le birlikte Almanya seyahatine çıkmıştır.
Atatürk bir süre sonra yeniden Suriye-Filistin’deki 7. Ordu Komutanlığı’na atanmıştır. Bu sırada Yıldırım Orduları Komutanlığı’na Liman Von Sanders getirilmiştir.
Suriye Geri Çekilişi Ve Türk Süngülerinin Çizdiği Sınır: (Katma Muharebesi)
İngilizler yoğun hazırlıklardan sonra 19 Eylül 1918’de Filistin’deki Türk cephesine saldırmıştır. Bu cephe, Liman Von Sanders komutasındaki Yıldırım Ordularınca tutulmaktadır.
Yıldırım Orduları şu birliklerden oluşmaktadır:
Mesinli Cemal Paşa komutasındaki 4. Ordu, Cevat Paşa komutasındaki 8. Ordu, Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 7. Ordu (Mustafa Kemal’in kolordu komutanlarından biri İsmet Paşa, diğeri Ali Fuat Paşa’dır). Bu üç ordu, Yafa’nın 20 km kuzeyi ile Lut Gölü arasındaki 100 km’lik cepheyi savunmaktadır.
4. ve 8. Ordular, İngiliz saldırısının daha başlarında dağıldıklarından tüm yük Atatürk’ün kontrolündeki 7. Ordu’nun omuzlarına binmiştir.
Atatürk komutayı devraldığında 7. Ordu Nablus’un güneyi ile Şeria Nehri arasında konuşlanmıştır.
Liman Von Sanders, devasa İngiliz ordusu karşısında ne yapacağını şaşırmış bir durumda, geriye doğru kaçarak canını zor kurtarmıştır. Geride kalan orduları toparlamak isteyen Atatürk, bir süre Von Sanders’le irtibat kuramamıştır. Süratle orduları derleyip toparlayan Atatürk, kimseye sormadan inisiyatif kullanarak, Türk ordusunu Suriye’nin kuzey sınırına yakın Halep’e çekmeye başlamıştır. Liman Von Sanders, bu itaatsizliğin nedenini sorunca Atatürk, “Suriye’nin bir Arap şehri olduğunu, önemli olanın Türk olan Anadolu’yu savunmak olduğunu” belirtmiştir Bu sırada Yıldırım Orduları Komutanlığı genel karargahı Adana’ya çekilmiştir.
25 Ekim 1917’de Halep’in güneyinde kanlı çarpışmalar başlamıştır. Bu sırada bazı Arap aşiretleri de Halep’e girerek Türklere karşı sokak muharebelerine başlamıştır. Atatürk, adeta tek başına hem İngilizlerle hem de onların kışkırttığı asi Arap aşiretleriyle savaşarak ordusunu geri çekmeyi başarmıştır.
Atatürk, Halep’in kuzeyinde Hatay’ı da içine alan bir savunma cephesi kurmuştur. İngilizler, bu savunma hattına taarruz etmişler, fakat Atatürk, Katma Muharebesi’ni kazanarak Arap asilerce desteklenmiş İngiliz ordusunu bozguna uğratmayı başarmıştır. Böylece 26 Ekim 1918’de I. Dünya Savaşı’nın son savaşı kazanılmıştır.
Orgeneral Fahrettin Altay Paşa, Atatürk’ün I. Dünya Savaşı’ndaki bu son büyük başarısını şöyle anlatmıştır:
“Filistin muharebelerinde ordumuz bozuldu. Ordu kumandanı Liman Von Sanders Paşa kaçtı. Ve zorlukla kendini esaretten kurtardı. Bunun üzerine üç ordu kumandanı Cevat, Mersinli Cemal ve Mustafa Kemal paşalar enkazı Dera’da topladılar. Fakat daha kıdemli oldukları halde Cevat ve Cemal paşalar ordu kumandanlığını Mustafa Kemal’e bıraktılar. Kendileri çekilip gittiler. Mustafa Kemal ise en buhranlı, en nazik bir zamanda bu döküntülerden ibaret ordunun kumandanlığını alma cesaretini gösterdikten başka olabildiği kadar düzenlediği bir ordu ile Halep civarındaki istila ordusunu durdurmaya da muvaffak oldu ki, bu gerçekten hayrete şayan bir olaydır.”
Atatürk bu Katma zaferinden sonra “Bir hat tespit ettim ve sınırladım. Kuvvetlerime emir ettim ki; düşman bu hattın ilerisinde geçmeyecek”. demiştir. Nitekim geçmemiştir de. Bu zafer ile Toros Geçitleri düşmana tamamen kapatılmıştır. Atatürk, geri çekiliş sırasında Suriye’deki şimendifer hatları ve yolları iyice tahrip etmiş olduğundan İngilizlerin ileri birliklerini hızla takviye imkanı da kalmamıştır. İngiliz birlikleri sadece sahilden ilerleyebilirdi. Türk cephesi, Halep’in beş km kuzeyindedir. Bundan sonra Atatürk’ün 7. Ordu’su birçok saldırıya uğramış ama bunların hepsini geri püskürtmeyi başarmıştır.
Bu zafer, Atatürk’ün deyimiyle “Türk süngülerinin çizdiği sınır” olacaktır.
1918’de Atatürk’ün savunduğu o hat, ileride Misak-ı Milli’nin güney sınırı olacaktır. Bu gerçeği anılarında Atatürk şöyle ifade etmiştir:
“Gerek Erzurum Kongresi’nde gerek Sivas Kongresi’nde Türkiye’nin milli sınırlarını tespit için ben Türk süngülerinin işaret ettiği bu hattı esas kabul ettim.
Zavallı Wilson, anlamadı ki, süngü, kuvvet, şeref ve haysiyetin müdafaa edemediği hatlar başka hiçbir prensiple müdafaa edilemez.”
Atatürk’ün, I. Dünya Savaşı’nın sonlarındaki bu Suriye geriye çekilme hareketi ve Halep direnişi, Anadolu direnişinin, Kurtuluş Savaşı’nın ilk işaretidir.
O, daha Anadolu işgal edilmeden, Anadolu’yu savunmanın hesaplarını yapmıştır.
Yıldırım Orduları şu birliklerden oluşmaktadır:
Mesinli Cemal Paşa komutasındaki 4. Ordu, Cevat Paşa komutasındaki 8. Ordu, Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 7. Ordu (Mustafa Kemal’in kolordu komutanlarından biri İsmet Paşa, diğeri Ali Fuat Paşa’dır). Bu üç ordu, Yafa’nın 20 km kuzeyi ile Lut Gölü arasındaki 100 km’lik cepheyi savunmaktadır.
4. ve 8. Ordular, İngiliz saldırısının daha başlarında dağıldıklarından tüm yük Atatürk’ün kontrolündeki 7. Ordu’nun omuzlarına binmiştir.
Atatürk komutayı devraldığında 7. Ordu Nablus’un güneyi ile Şeria Nehri arasında konuşlanmıştır.
Liman Von Sanders, devasa İngiliz ordusu karşısında ne yapacağını şaşırmış bir durumda, geriye doğru kaçarak canını zor kurtarmıştır. Geride kalan orduları toparlamak isteyen Atatürk, bir süre Von Sanders’le irtibat kuramamıştır. Süratle orduları derleyip toparlayan Atatürk, kimseye sormadan inisiyatif kullanarak, Türk ordusunu Suriye’nin kuzey sınırına yakın Halep’e çekmeye başlamıştır. Liman Von Sanders, bu itaatsizliğin nedenini sorunca Atatürk, “Suriye’nin bir Arap şehri olduğunu, önemli olanın Türk olan Anadolu’yu savunmak olduğunu” belirtmiştir Bu sırada Yıldırım Orduları Komutanlığı genel karargahı Adana’ya çekilmiştir.
25 Ekim 1917’de Halep’in güneyinde kanlı çarpışmalar başlamıştır. Bu sırada bazı Arap aşiretleri de Halep’e girerek Türklere karşı sokak muharebelerine başlamıştır. Atatürk, adeta tek başına hem İngilizlerle hem de onların kışkırttığı asi Arap aşiretleriyle savaşarak ordusunu geri çekmeyi başarmıştır.
Atatürk, Halep’in kuzeyinde Hatay’ı da içine alan bir savunma cephesi kurmuştur. İngilizler, bu savunma hattına taarruz etmişler, fakat Atatürk, Katma Muharebesi’ni kazanarak Arap asilerce desteklenmiş İngiliz ordusunu bozguna uğratmayı başarmıştır. Böylece 26 Ekim 1918’de I. Dünya Savaşı’nın son savaşı kazanılmıştır.
Orgeneral Fahrettin Altay Paşa, Atatürk’ün I. Dünya Savaşı’ndaki bu son büyük başarısını şöyle anlatmıştır:
“Filistin muharebelerinde ordumuz bozuldu. Ordu kumandanı Liman Von Sanders Paşa kaçtı. Ve zorlukla kendini esaretten kurtardı. Bunun üzerine üç ordu kumandanı Cevat, Mersinli Cemal ve Mustafa Kemal paşalar enkazı Dera’da topladılar. Fakat daha kıdemli oldukları halde Cevat ve Cemal paşalar ordu kumandanlığını Mustafa Kemal’e bıraktılar. Kendileri çekilip gittiler. Mustafa Kemal ise en buhranlı, en nazik bir zamanda bu döküntülerden ibaret ordunun kumandanlığını alma cesaretini gösterdikten başka olabildiği kadar düzenlediği bir ordu ile Halep civarındaki istila ordusunu durdurmaya da muvaffak oldu ki, bu gerçekten hayrete şayan bir olaydır.”
Atatürk bu Katma zaferinden sonra “Bir hat tespit ettim ve sınırladım. Kuvvetlerime emir ettim ki; düşman bu hattın ilerisinde geçmeyecek”. demiştir. Nitekim geçmemiştir de. Bu zafer ile Toros Geçitleri düşmana tamamen kapatılmıştır. Atatürk, geri çekiliş sırasında Suriye’deki şimendifer hatları ve yolları iyice tahrip etmiş olduğundan İngilizlerin ileri birliklerini hızla takviye imkanı da kalmamıştır. İngiliz birlikleri sadece sahilden ilerleyebilirdi. Türk cephesi, Halep’in beş km kuzeyindedir. Bundan sonra Atatürk’ün 7. Ordu’su birçok saldırıya uğramış ama bunların hepsini geri püskürtmeyi başarmıştır.
Bu zafer, Atatürk’ün deyimiyle “Türk süngülerinin çizdiği sınır” olacaktır.
1918’de Atatürk’ün savunduğu o hat, ileride Misak-ı Milli’nin güney sınırı olacaktır. Bu gerçeği anılarında Atatürk şöyle ifade etmiştir:
“Gerek Erzurum Kongresi’nde gerek Sivas Kongresi’nde Türkiye’nin milli sınırlarını tespit için ben Türk süngülerinin işaret ettiği bu hattı esas kabul ettim.
Zavallı Wilson, anlamadı ki, süngü, kuvvet, şeref ve haysiyetin müdafaa edemediği hatlar başka hiçbir prensiple müdafaa edilemez.”
Atatürk’ün, I. Dünya Savaşı’nın sonlarındaki bu Suriye geriye çekilme hareketi ve Halep direnişi, Anadolu direnişinin, Kurtuluş Savaşı’nın ilk işaretidir.
O, daha Anadolu işgal edilmeden, Anadolu’yu savunmanın hesaplarını yapmıştır.
Kilis’teki Hazırlıklar
Atatürk’ün 7. Ordusu, Katma zaferiyle İngiliz ve Arap kuvvetlerini durdurmuştur. Ancak bir süre sonra bazı asi Arap çetelerinin ve arkalarında da İngiliz birliklerinin Müslimiye’den Antep yönüne doğru ilerledikleri bilgisi alınmıştır. Bunun üzerine 7. Ordu Komutanı Atatürk, bölgede gerekli olan teşkilatı kurmuş ve Antep’teki komutanlığa gerekli emirleri vermiştir. Ayrıca Kilis’e, 43. Tümen’den küçük bir müfreze göndererek Kilis’te kurulacak olan direniş teşkilatının temelini atmıştır. 28 Ekim’de düşmanın bazı keşif teşebbüsleri ateşle geri püskürtülmüştür. 7. Ordu İskenderun ve kıyılarla birlikte Reyhanlı, Kırıkhan, Belen, Der el Cemal, Tel el Rıfat ve doğuya uzanarak genel hattını korumuştur. İki gün sonra da Antakya ve çevresini sınırın içine almıştır. Ordu karargahı 30 Ekim’de Reco’ya taşınmıştır.
7. Ordu Komutanı Atatürk, Katma’daki karargaha gelir gelmez erzak durumuyla ilgilenmiş, depolardaki erzakları denetlemiş, stokların iyi durumda olduğunu görmüştür. Atatürk buradaki erzak ve malzemenin önemli bir kısmını direniş için güvendiği yerlerden biri olan Kilis’e nakletmiştir. Katma’da gerekli tedbirleri aldıktan sonra da Kilis’e gitmeye karar vermiştir. 28 Ekim 1918’de yaverleriyle birlikte Katma’dan Kilis’e hareket etmiştir. Atatürk Kilis’e giderken Kilis girişinde nöbet tutan ve devriye gezen Cemaat-i İslamiye Örgütü’ne mensup gençlerle karşılaşmış ve onların bu vatanseverliklerinden memnun kalmıştır. Atatürk, Kilis’te Mevlevi Tekkesi’nde misafir edilmiştir. Burada halkın ileri gelenleriyle yaptığı toplantıda: “Savaşın henüz bitmediğini, asıl bundan sonra Kurtuluş Savaşı’nın başlayacağını ve ona göre hazırlanmaları gerektiğini” söylemiştir.
Atatürk, 28/29 Ekim 1918 gecesinin bir bölümünü Kilis’te geçirmiştir. Burada bir taraftan ileri gelenlere direniş düşüncesini aşılamaya çalışırken, diğer taraftan sürdürülen savunmanın geleceğini ve erzak durumunu güvenlik altına almak istemiştir. Atatürk ordunun arkasını şehrin kuzeyindeki dağlara yaslayıp savunma hattını oluşturmaktan söz ettiğinde, şehrin ileri gelenleri şehrin savaş alanı dışında tutulmasını istemişlerdir.
Atatürk, Kilis’te gereken milli teşkilatın temelini oluşturduktan, Antep’teki komutanlığa bu konuda gerekli emirleri verdikten sonra halka duyurulmak üzere bir bildiri yayınlayarak Kilis’ten ayrılmıştır. Atatürk bildirisinde; “Kilislilerin uyanıklığından memnun kaldım. Gençlerimizi silahlandırmakla gösterdiğiniz yurtseverliği taktir ettim. Bu davranışınızı sürdürünüz” demiştir.
Atatürk, Kilis’te halka “direniş” düşüncesini aşılamaya çalışmış ve direniş için gerekecek silahları kendisinin ayarlayacağını belirtmiştir. Örneğin, Katma İstasyonunda karşılaştığı Ali Cenani Bey’e, “Siz direnişe geçin silahları ben ayarlayacağım!” demiştir.
Ali Cenani Bey, Antep’in düşman tarafından yağma edildiğini, Türk ordusunun Adana’ya çekilmesiyle halkın büsbütün düşman elinde kalacağını, bu nedenle Antep’teki ailesini daha güvenli bir yere götürmeyi düşündüğünü söylemiştir. Bunun üzerine Atatürk, “Şehrinizde hiç mi adam kalmadı?” diye sormuş ve “Kendinizi savunmanın bir çaresine bakın!” diye de eklemiştir. Ali Cenani Bey hayretle, “İyi ama, nasıl neyle?” diye sorunca, Atatürk, Cenani Bey’in gözlerinin içine bakarak,”Teşkilat yapın, kendinizi savunun, ben istediğiniz silahı veririm!” demiştir.
Atatürk’ün isteğiyle ve yönlendirmesiyle harekete geçen ve Atatürk’ün dağıttığı silahlara sarılan yurtseverler, özellikle Güney Anadolu’da çok önemli işler yapmış ve Fransızlar bölgeyi işgal ettiklerinde hemen direnişe geçmişlerdir.
7. Ordu Komutanı Atatürk, Katma’daki karargaha gelir gelmez erzak durumuyla ilgilenmiş, depolardaki erzakları denetlemiş, stokların iyi durumda olduğunu görmüştür. Atatürk buradaki erzak ve malzemenin önemli bir kısmını direniş için güvendiği yerlerden biri olan Kilis’e nakletmiştir. Katma’da gerekli tedbirleri aldıktan sonra da Kilis’e gitmeye karar vermiştir. 28 Ekim 1918’de yaverleriyle birlikte Katma’dan Kilis’e hareket etmiştir. Atatürk Kilis’e giderken Kilis girişinde nöbet tutan ve devriye gezen Cemaat-i İslamiye Örgütü’ne mensup gençlerle karşılaşmış ve onların bu vatanseverliklerinden memnun kalmıştır. Atatürk, Kilis’te Mevlevi Tekkesi’nde misafir edilmiştir. Burada halkın ileri gelenleriyle yaptığı toplantıda: “Savaşın henüz bitmediğini, asıl bundan sonra Kurtuluş Savaşı’nın başlayacağını ve ona göre hazırlanmaları gerektiğini” söylemiştir.
Atatürk, 28/29 Ekim 1918 gecesinin bir bölümünü Kilis’te geçirmiştir. Burada bir taraftan ileri gelenlere direniş düşüncesini aşılamaya çalışırken, diğer taraftan sürdürülen savunmanın geleceğini ve erzak durumunu güvenlik altına almak istemiştir. Atatürk ordunun arkasını şehrin kuzeyindeki dağlara yaslayıp savunma hattını oluşturmaktan söz ettiğinde, şehrin ileri gelenleri şehrin savaş alanı dışında tutulmasını istemişlerdir.
Atatürk, Kilis’te gereken milli teşkilatın temelini oluşturduktan, Antep’teki komutanlığa bu konuda gerekli emirleri verdikten sonra halka duyurulmak üzere bir bildiri yayınlayarak Kilis’ten ayrılmıştır. Atatürk bildirisinde; “Kilislilerin uyanıklığından memnun kaldım. Gençlerimizi silahlandırmakla gösterdiğiniz yurtseverliği taktir ettim. Bu davranışınızı sürdürünüz” demiştir.
Atatürk, Kilis’te halka “direniş” düşüncesini aşılamaya çalışmış ve direniş için gerekecek silahları kendisinin ayarlayacağını belirtmiştir. Örneğin, Katma İstasyonunda karşılaştığı Ali Cenani Bey’e, “Siz direnişe geçin silahları ben ayarlayacağım!” demiştir.
Ali Cenani Bey, Antep’in düşman tarafından yağma edildiğini, Türk ordusunun Adana’ya çekilmesiyle halkın büsbütün düşman elinde kalacağını, bu nedenle Antep’teki ailesini daha güvenli bir yere götürmeyi düşündüğünü söylemiştir. Bunun üzerine Atatürk, “Şehrinizde hiç mi adam kalmadı?” diye sormuş ve “Kendinizi savunmanın bir çaresine bakın!” diye de eklemiştir. Ali Cenani Bey hayretle, “İyi ama, nasıl neyle?” diye sorunca, Atatürk, Cenani Bey’in gözlerinin içine bakarak,”Teşkilat yapın, kendinizi savunun, ben istediğiniz silahı veririm!” demiştir.
Atatürk’ün isteğiyle ve yönlendirmesiyle harekete geçen ve Atatürk’ün dağıttığı silahlara sarılan yurtseverler, özellikle Güney Anadolu’da çok önemli işler yapmış ve Fransızlar bölgeyi işgal ettiklerinde hemen direnişe geçmişlerdir.
Mondros’a Tepki
Osmanlı İmparatorluğu, 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalayarak I. Dünya Savaşı’ndan çekilmiştir. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın çok ağır maddeleri vardır. Örneğin 7. maddede, “İtilaf devletleri, güvenliklerini tehdit eden bir durumda istedikleri herhangi bir stratejik bölgeyi işgal edebileceklerdir, 24. maddede ise, “Doğu’daki altı ilde karışıklık çıkarsa oralar işgal edilecektir…” denilmiştir Ayrıca, Osmanlı’nın bütün orduları dağıtılacak, bütün ağır silahlarına el konulacak, bütün yer altı ve yerüstü zenginlik kaynakları, telgraf hatları, demir yolları, tersaneleri ve tünelleri İtilaf devletlerinin kontrolüne bırakılacaktır. Gerektiğinde İstanbul da işgal edilebilecektir.
Atatürk, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığını, Sadrazam ve Genelkurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa’nın 31 Ekim 1918 tarihli telgrafıyla öğrenmiş, antlaşmanın metnini ise 3 Kasım 1918’de görmüştür.
Atatürk, 25 maddelik bu antlaşmayı incelediğinde şunları düşünmüştür:
“Bu antlaşmayı baştan sona incelediğimde bende meydana gelen kanaat şu idi: Devlet-i Aliye-i Osmaniye bu antlaşma ile kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslim etmeye razı olmuştur. Yalnız razı olmamış, düşmanların memleketi işgali için ona yardım da vaat etmiştir. Bu beni çok hazin düşüncelere sevk etti.” Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandıktan sonra Osmanlı Hükümeti, komutanlara bu antlaşma konusundaki görüşlerini sormuştur. “Bu mütareke reddedilsin” diyen tek komutan Atatürk’tür.
Atatürk, antlaşmayı inceledikten hemen sonra, 3 Kasım 1918’de komutası altındaki 2. ve 7. kolordulara gönderdiği bir emirle “Suriye sınırının Osmanlı Devleti’nin Suriye vilayetinin kuzey sınırı olduğunu, Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerin esas hat olarak kabul edilmesi gerektiğini, mütareke şartlarının yeterince açık olmadığını, dolayısıyla yapılacak işgallere karşı uyanık olunmasını, Toros tünellerini işgal edecek İtilaf kuvvetlerinin yanına Türk kuvvetlerinin yerleştirilmeye çalışılmasını” istemiştir.
Atatürk, ayrıca komutasındaki birliklere gönderdiği emirlerde Mondros’un açık olmayan hükümleri nedeniyle dikkatli olunmasını istemiştir.
Atatürk, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığını, Sadrazam ve Genelkurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa’nın 31 Ekim 1918 tarihli telgrafıyla öğrenmiş, antlaşmanın metnini ise 3 Kasım 1918’de görmüştür.
Atatürk, 25 maddelik bu antlaşmayı incelediğinde şunları düşünmüştür:
“Bu antlaşmayı baştan sona incelediğimde bende meydana gelen kanaat şu idi: Devlet-i Aliye-i Osmaniye bu antlaşma ile kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslim etmeye razı olmuştur. Yalnız razı olmamış, düşmanların memleketi işgali için ona yardım da vaat etmiştir. Bu beni çok hazin düşüncelere sevk etti.” Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandıktan sonra Osmanlı Hükümeti, komutanlara bu antlaşma konusundaki görüşlerini sormuştur. “Bu mütareke reddedilsin” diyen tek komutan Atatürk’tür.
Atatürk, antlaşmayı inceledikten hemen sonra, 3 Kasım 1918’de komutası altındaki 2. ve 7. kolordulara gönderdiği bir emirle “Suriye sınırının Osmanlı Devleti’nin Suriye vilayetinin kuzey sınırı olduğunu, Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerin esas hat olarak kabul edilmesi gerektiğini, mütareke şartlarının yeterince açık olmadığını, dolayısıyla yapılacak işgallere karşı uyanık olunmasını, Toros tünellerini işgal edecek İtilaf kuvvetlerinin yanına Türk kuvvetlerinin yerleştirilmeye çalışılmasını” istemiştir.
Atatürk, ayrıca komutasındaki birliklere gönderdiği emirlerde Mondros’un açık olmayan hükümleri nedeniyle dikkatli olunmasını istemiştir.
Adana’daki Hazırlıklar
Atatürk, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918’de Adana’ya gelerek Liman Von Sanders’ten Yıldırım Orduları Komutanlığı’nı devralmıştır. Devir teslim töreni sırasında bir ara Von Sanders, “Bizim için her şey bitti!” deyince Atatürk, “Savaş müttefikler için bitmiş olabilir, fakat bizi ilgilendiren savaş, istiklal savaşımız şimdi başlıyor!” demiştir. Atatürk’ün 31 Ekim 1918’de Alman generalin gözlerinin içine bakarak söylediği bu sözler, kafasındaki direniş düşüncesinin en önemli kanıtıdır.
Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı’nı devralan Atatürk, karargahını Şakirpaşa’da Hacı Seyit Ağa’nın bağ evinde kurmuş, şehir içinde de Muradiye Oteli’nde bir menzil kumandanlığı oluşturmuştur.
Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı’nı devralan Atatürk, karargahını Şakirpaşa’da Hacı Seyit Ağa’nın bağ evinde kurmuş, şehir içinde de Muradiye Oteli’nde bir menzil kumandanlığı oluşturmuştur.
Yıldırım Orduları Komutanı Mustafa Kemal
Atatürk, Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı görevine gelir gelmez eldeki dağınık birlikleri derleyip toparlamaya başlamıştır. Her şeye rağmen kararlıdır! İngilizleri Halep önlerine mıhlamıştır ve onların daha içerilere girmesine asla izin vermeyecektir!
Atatürk anılarında, bu konudaki kararlılığını, “Elim altında bulunan iki ordunun arzu ettiğim tarzda güçlendirilmesi halinde bütün felaketlere rağmen Türk sesini işittirebileceğim kanaatindeydim. Bu yolda işe başladım” diyerek ifade etmiştir.
Mondros Ateşkes Antlaşması’nın bütün ağırlığına, eldeki kuvvetlerin bütün perişanlığına rağmen Atatürk, büyük bir inançla, “Türk sesini işittirmeyi” düşünebilmiştir.
Atatürk, bir taraftan emrindeki kuvvetleri derleyip toparlamaya çalışırken diğer taraftan da düşmanın Anadolu’ya ayak basmaması için gereken önlemleri almıştır. Atatürk’e kulak verelim:
“Nitekim mütarekeden hemen sonra Halep ve Katma arasında ordumuzun süngüleriyle çizmiş olduğu hattı geçmek isteyen İngilizlere karşı derhal süngü ile karşı koymakta tereddüt göstermedim. Nitekim İskenderun körfezine yaklaşmak isteyen düşman donanmasına ateş emri verdim.”
Atatürk dışında Mondros Ateşkes Antlaşması’na açıkça tepki gösteren iki komutan daha vardır. Bunlardan biri Irak cephesi komutanlarından Ali İhsan (Sabis) Paşa, diğeri de Kafkas cephesi komutanı Yakup Şevki Paşa’dır.
Atatürk, bütün gücüyle Türk mevzileriyle İngiliz mevzileri arasındaki boşluğu doldurmaya çalışmıştır. Bu doğrultuda 31 Ekim’de Reyhaniye’nin, 3 Kasım’da da Antakya’nın işgal edilmesi emrini vermiştir. Aynı gün bölgedeki askeri ve sivil yöneticilere Suriye’nin boşaltılmasını öngören bir önerge göndermiş ve Halep nüfusunun dörtte üçünün Arapça konuşan Türklerden oluştuğunu belirtmiştir.
Atatürk, Adana’da Yıldırım Orduları Komutanı olduğu kısa sürede bir taraftan elindeki kuvvetleri organize etmiş, diğer taraftan da yetkilileri uyarmaya ve uyandırmaya çalışmıştır. Atatürk, Adana’da kaldığı yaklaşık 10 gün içinde Kurtuluş Savaşı’nın ön hazırlıklarına başlamıştır.
İlk Direniş Yuvaları
Atatürk, önce 7. Ordu, daha sonra da Yıldırım Orduları Komutanı’yken emrindeki komutanlara, Anadolu’nun muhtemel işgaline karşı halkı gizlice örgütleme emri vermiştir.
Atatürk, öteden beri tanıyıp güvendiği yakın cephe arkadaşlarıyla görüşmeler yapmış, daha o günlerde bir “kurtuluş ekibi” oluşturmaya çalışmıştır.
Atatürk’ün komutasındaki 7. Ordu’ya bağlı 3.Kolordu’nun komutanı Miralay İsmet (İnönü) Bey, 20. Kolordu’nun komutanı ise Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’dır.
Atatürk daha önce Doğu Cephesi’nde 16. Kolordu Komutanı olarak görev yaptığı sırada da Kazım Karabekir Paşa’yla birlikte çalışmıştır.
İleride Kurtuluş Savaşı için bir araya gelecek olan bu dört paşadan üçü, Suriye-Filistin cephesinde 7. Ordu içinde bir araya gelmiştir.
Atatürk, “Anadolu direnişi” düşüncesini ilk olarak Adana’da Ali Fuat ve İsmet Paşalarla paylaşmıştır.
Adana Mülakatı
7. Ordu Komutanlığı’na vekalet eden Ali Fuat Paşa, İngiliz heyetiyle yaptığı görüşmelerde İngilizlerin mütareke hükümlerine uymayacaklarını anlamış, İngiliz isteklerini reddetmiş ve mayın tarama bahanesiyle İskenderun limanına giren iki İngiliz savaş gemisini İskenderun körfezinden uzaklaştırmıştır. Ali Fuat Paşa bu olup bitenleri Atatürk’e iletir iletmez Atatürk,”Yarın Adana’ya teşrif ediniz. Sizinle mühim şeyler konuşacağım” diyerek Ali Fuat Paşa’yı Adana’ya çağırıp 6 Kasım 1918’de onunla bir görüşme yapmıştır. “Adana mülakatı” diye bilinen bu görüşmede Atatürk, Ali Fuat Paşa’ya birkaç gündür Ahmet İzzet Paşa’yla yaptığı yazışmalardan söz etmiş, Mondros’un bozulmasından korkan hükümetin tereddüt içinde olduğunu belirtmiş, ancak Ahmet İzzet Paşa Hükümeti yerine kurulacak bir hükümetin bu kadar bir varlık bile gösteremeyeceğini anlatmıştır. Daha sonra da bu zor günlerde Anadolu’yu savunabilmek için birlikte hareket etmeyi ve ilk aşamada da İç ve Güney Anadolu’da “direniş yuvaları” oluşturmayı teklif etmiştir.
Ali Fuat Cebesoy, “Milli Mücadele Hatıraları” adlı anılarında bu görüşmeyi ayrıntılı olarak anlatmıştır. Şimdi Ali Fuat Paşa’ya kulak verelim:
“Vardığımız müşterek kanaat şu idi: İngilizler ve onu takiben diğer itilaf devletleri mütareke filan dinlemeyecekler, emrivakilerle memleketimizi işgal edecekler. Türk ordusunun hudut boylarındaki kısımlarını esir almaya kalkışacaklar veyahut bunları memleket içine sokulmak zorunda bırakılarak terhisini sağlayacaklardı. Vatanımızı her türlü müdafaa ve mukavemet vasıta ve imkânlarından mahrum bıraktıktan sonra arzularını zorla ve baskı ile kabul ettireceklerdi. Musul’un işgali ve İskenderun hadisesi ve nihayet İngiliz mütareke heyetinin yersiz talepleri bunun açık birer delili idi. Padişah kendi tahtını düşünecekti.
Mustafa Kemal Paşa:
‘Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de mümkün olduğu kadar yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraber yardım etmemiz lazımdır’ dedi ve sonra aynı fikirde olup olmadığımı sordu.
‘Aramızda tam bir mutabakat var Paşam’ cevabını verdim.
Evet, artık millet kendi hakkını kendisi arayacaktı. Pek memnun oldular. En mühim vazifenin şimdi bana düştüğünü, çünkü bugünlerde İngilizlerin bir baskısı neticesi olarak Yıldırım Ordular Grubu ile muhtemelen 7. Ordu karargâhının lağvedileceğini (kaldırılacağını), bu takdirde benim 20. Kolordu’nun başında kalacağımı ve bu sayede ilk müdafaa tedbirlerimi alabileceğimi hatırlattı. İlk mukavemet (direniş) merkezini Kilikya’da kuracaktık. Aramızda hiçbir anlaşmazlık yoktu.”
Atatürk, öteden beri tanıyıp güvendiği yakın cephe arkadaşlarıyla görüşmeler yapmış, daha o günlerde bir “kurtuluş ekibi” oluşturmaya çalışmıştır.
Atatürk’ün komutasındaki 7. Ordu’ya bağlı 3.Kolordu’nun komutanı Miralay İsmet (İnönü) Bey, 20. Kolordu’nun komutanı ise Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’dır.
Atatürk daha önce Doğu Cephesi’nde 16. Kolordu Komutanı olarak görev yaptığı sırada da Kazım Karabekir Paşa’yla birlikte çalışmıştır.
İleride Kurtuluş Savaşı için bir araya gelecek olan bu dört paşadan üçü, Suriye-Filistin cephesinde 7. Ordu içinde bir araya gelmiştir.
Atatürk, “Anadolu direnişi” düşüncesini ilk olarak Adana’da Ali Fuat ve İsmet Paşalarla paylaşmıştır.
Adana Mülakatı
7. Ordu Komutanlığı’na vekalet eden Ali Fuat Paşa, İngiliz heyetiyle yaptığı görüşmelerde İngilizlerin mütareke hükümlerine uymayacaklarını anlamış, İngiliz isteklerini reddetmiş ve mayın tarama bahanesiyle İskenderun limanına giren iki İngiliz savaş gemisini İskenderun körfezinden uzaklaştırmıştır. Ali Fuat Paşa bu olup bitenleri Atatürk’e iletir iletmez Atatürk,”Yarın Adana’ya teşrif ediniz. Sizinle mühim şeyler konuşacağım” diyerek Ali Fuat Paşa’yı Adana’ya çağırıp 6 Kasım 1918’de onunla bir görüşme yapmıştır. “Adana mülakatı” diye bilinen bu görüşmede Atatürk, Ali Fuat Paşa’ya birkaç gündür Ahmet İzzet Paşa’yla yaptığı yazışmalardan söz etmiş, Mondros’un bozulmasından korkan hükümetin tereddüt içinde olduğunu belirtmiş, ancak Ahmet İzzet Paşa Hükümeti yerine kurulacak bir hükümetin bu kadar bir varlık bile gösteremeyeceğini anlatmıştır. Daha sonra da bu zor günlerde Anadolu’yu savunabilmek için birlikte hareket etmeyi ve ilk aşamada da İç ve Güney Anadolu’da “direniş yuvaları” oluşturmayı teklif etmiştir.
Ali Fuat Cebesoy, “Milli Mücadele Hatıraları” adlı anılarında bu görüşmeyi ayrıntılı olarak anlatmıştır. Şimdi Ali Fuat Paşa’ya kulak verelim:
“Vardığımız müşterek kanaat şu idi: İngilizler ve onu takiben diğer itilaf devletleri mütareke filan dinlemeyecekler, emrivakilerle memleketimizi işgal edecekler. Türk ordusunun hudut boylarındaki kısımlarını esir almaya kalkışacaklar veyahut bunları memleket içine sokulmak zorunda bırakılarak terhisini sağlayacaklardı. Vatanımızı her türlü müdafaa ve mukavemet vasıta ve imkânlarından mahrum bıraktıktan sonra arzularını zorla ve baskı ile kabul ettireceklerdi. Musul’un işgali ve İskenderun hadisesi ve nihayet İngiliz mütareke heyetinin yersiz talepleri bunun açık birer delili idi. Padişah kendi tahtını düşünecekti.
Mustafa Kemal Paşa:
‘Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de mümkün olduğu kadar yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraber yardım etmemiz lazımdır’ dedi ve sonra aynı fikirde olup olmadığımı sordu.
‘Aramızda tam bir mutabakat var Paşam’ cevabını verdim.
Evet, artık millet kendi hakkını kendisi arayacaktı. Pek memnun oldular. En mühim vazifenin şimdi bana düştüğünü, çünkü bugünlerde İngilizlerin bir baskısı neticesi olarak Yıldırım Ordular Grubu ile muhtemelen 7. Ordu karargâhının lağvedileceğini (kaldırılacağını), bu takdirde benim 20. Kolordu’nun başında kalacağımı ve bu sayede ilk müdafaa tedbirlerimi alabileceğimi hatırlattı. İlk mukavemet (direniş) merkezini Kilikya’da kuracaktık. Aramızda hiçbir anlaşmazlık yoktu.”
Ali Fuat Cebesoy
Görüldüğü gibi Atatürk, güvenip inandığı çocukluk ve cephe arkadaşı Ali Fuat Paşa’yı çağırıp ona açıkça “işgallere karşı direnişten” söz etmiş ve kurtuluşun ilk somut adımını Adana’da atmıştır.
Atatürk, Ali Fuat Paşa’nın da aynı fikirde olduğunu görünce, “Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de mümkün olduğu kadar yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraber yardım etmemiz lazımdır” demiştir. Atatürk’ün bu sözleri, onun “kurtuluş” için bir halk hareketi başlatmayı planladığını göstermektedir. Atatürk, daha 4 Kasım 1918’de “Milletin kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesinden” söz etmektedir ki, bunun iki anlamı vardır: Birincisi, işgallere karşı halkı harekete geçirmek, yani Kuvayı Milliye’yi başlatmak… İkincisi de saltanatı yıkarak yerine ulusal egemenliğe dayalı bir düzen kurmak…
Şevket Süreyya Aydemir, Atatürk’ün bu sözlerini değerlendirirken, “Bence bu sözler yeni bir yolculuktan haber verir” demiş ve şöyle devam etmiştir:
“Hâlbuki Mütareke’nin henüz beşinci günüdür. Mütareke metnini eline alalı henüz iki gün olmuştur. O gün karargâhına iki İngiliz heyeti gelmiştir. Demek ki devlet artık yenilmiştir. Ama o gene de hem milletten hem ordudan bahseder. Fakat millet nerede? Ordu nerede? Millet çökmüştür, açtır, perişandır. Yaralı da değil ölüm halindedir. Hele harbin, savaşın artık sözünü bile işitmek istemez. Milleti teşkil eden şehirlerde, kasabalarda, köylerde yaşayan Türklerin, adını sanını bile duymadıkları cephelere yıllardan beri yolladıkları çocuklarından geriye zaten ne döndü ki? Geriye ne dönecek ki? Hiç! Ama bir adam var. Bu adam Mustafa Kemal’dir.”
Atatürk’ün Ali Fuat Paşa’ya “20. Kolordu’nun başında kalacağını bu sayede ilk savunma tedbirlerini alabileceğini” söylemesi de çok anlamlıdır. Çünkü Atatürk, 20. Kolordu’nun dağıtılmayacağını tahmin etmiş ve haklı çıkmıştır. Gerçekten de kısa bir süre sonra, Yıldırım Orduları ve 7. Ordu dağıtılmış ama 20. Kolordu’ya dokunulmamıştır ve bu ordu Kurtuluş Savaşı yıllarında çok önemli bir işlev görmüştür.
Ali Fuat Paşa, Atatürk’le ortaklaşa verdikleri kararı hemen uygulamaya başlamış, böylece Kurtuluş Savaşı’nın “ilk direniş yuvaları” Adana’da kurulmuştur.
Atatürk’ün direktifleri doğrultusunda o günlerde Kilikya bölgesinde “direniş için” ne gibi çalışmalar yapıldığını yine Ali Fuat Paşa anılarında şöyle anlatmıştır:
“Adana bölgesinde ilk iş olarak ordunun subay ve erat kadrosu jandarmaya kaydırıldı. Bunların, silah, araç ve gereçleri de tamamlandı. Bunun önemli nedeni şudur: Ateşkes Antlaşması’na göre jandarma örgütü bulunduğu bölgede kalabilirdi. Fakat ordu kısımları görevlerinden alınıp terhis ediliyor ve evlerine, köylerine gönderiliyordu. Bir işgal emri karşısında Adana bölgesinin önemli yerlerinde direniş yuvaları hazırlandı.”
Özetlersek:
-Ordunun terhisini engellemek için subay ve erler jandarma yapılmıştır.
-Ordunun silah ve araç gereçleri tamamlanmıştır.
-Adana bölgesinde direniş yuvaları hazırlanmıştır.
Atatürk, Ali Fuat Paşa’nın da aynı fikirde olduğunu görünce, “Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de mümkün olduğu kadar yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraber yardım etmemiz lazımdır” demiştir. Atatürk’ün bu sözleri, onun “kurtuluş” için bir halk hareketi başlatmayı planladığını göstermektedir. Atatürk, daha 4 Kasım 1918’de “Milletin kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesinden” söz etmektedir ki, bunun iki anlamı vardır: Birincisi, işgallere karşı halkı harekete geçirmek, yani Kuvayı Milliye’yi başlatmak… İkincisi de saltanatı yıkarak yerine ulusal egemenliğe dayalı bir düzen kurmak…
Şevket Süreyya Aydemir, Atatürk’ün bu sözlerini değerlendirirken, “Bence bu sözler yeni bir yolculuktan haber verir” demiş ve şöyle devam etmiştir:
“Hâlbuki Mütareke’nin henüz beşinci günüdür. Mütareke metnini eline alalı henüz iki gün olmuştur. O gün karargâhına iki İngiliz heyeti gelmiştir. Demek ki devlet artık yenilmiştir. Ama o gene de hem milletten hem ordudan bahseder. Fakat millet nerede? Ordu nerede? Millet çökmüştür, açtır, perişandır. Yaralı da değil ölüm halindedir. Hele harbin, savaşın artık sözünü bile işitmek istemez. Milleti teşkil eden şehirlerde, kasabalarda, köylerde yaşayan Türklerin, adını sanını bile duymadıkları cephelere yıllardan beri yolladıkları çocuklarından geriye zaten ne döndü ki? Geriye ne dönecek ki? Hiç! Ama bir adam var. Bu adam Mustafa Kemal’dir.”
Atatürk’ün Ali Fuat Paşa’ya “20. Kolordu’nun başında kalacağını bu sayede ilk savunma tedbirlerini alabileceğini” söylemesi de çok anlamlıdır. Çünkü Atatürk, 20. Kolordu’nun dağıtılmayacağını tahmin etmiş ve haklı çıkmıştır. Gerçekten de kısa bir süre sonra, Yıldırım Orduları ve 7. Ordu dağıtılmış ama 20. Kolordu’ya dokunulmamıştır ve bu ordu Kurtuluş Savaşı yıllarında çok önemli bir işlev görmüştür.
Ali Fuat Paşa, Atatürk’le ortaklaşa verdikleri kararı hemen uygulamaya başlamış, böylece Kurtuluş Savaşı’nın “ilk direniş yuvaları” Adana’da kurulmuştur.
Atatürk’ün direktifleri doğrultusunda o günlerde Kilikya bölgesinde “direniş için” ne gibi çalışmalar yapıldığını yine Ali Fuat Paşa anılarında şöyle anlatmıştır:
“Adana bölgesinde ilk iş olarak ordunun subay ve erat kadrosu jandarmaya kaydırıldı. Bunların, silah, araç ve gereçleri de tamamlandı. Bunun önemli nedeni şudur: Ateşkes Antlaşması’na göre jandarma örgütü bulunduğu bölgede kalabilirdi. Fakat ordu kısımları görevlerinden alınıp terhis ediliyor ve evlerine, köylerine gönderiliyordu. Bir işgal emri karşısında Adana bölgesinin önemli yerlerinde direniş yuvaları hazırlandı.”
Özetlersek:
-Ordunun terhisini engellemek için subay ve erler jandarma yapılmıştır.
-Ordunun silah ve araç gereçleri tamamlanmıştır.
-Adana bölgesinde direniş yuvaları hazırlanmıştır.
Halka Silah Dağıtılması
Atatürk, güvendiği subaylara, “Çete savaşları için hazırlanın” emri vermiştir. “Düşmanın Anadolu topraklarına sokulmasını önlemek için çeteler kurmak gerekecekti. Mustafa Kemal geleceği göz önünde tutarak İç Anadolu’da direniş merkezleri olabilecek Antep ve Maraş gibi yerlere silah dağıttı. Bunlar gereğinde kullanılmak üzere gizlice depo edilecekti.”
Antep ve civarındaki halka gizlice silah dağıtan ve halkı örgütlemeye başlayan Atatürk, bu yöndeki çalışmalarıyla “Milli Mücadele’nin şerefli birer sayfası olan Maraş ve Antep savunmalarının daha o tarihte temelini atmış oluyordu”. Gerçekten de Atatürk’ün gizlice iç ve güney Anadolu’ya dağıttığı bu silahlar, özellikle güney cephesindeki çatışmalarda çok işe yaramıştır.
Antep ve Maraş direnişinin altından da Atatürk’ün gizli çalışmalarının çıkması, Cumhuriyet tarihi yalancılarını fena halde rahatsız edecektir kuşkusuz!
Antep ve civarındaki halka gizlice silah dağıtan ve halkı örgütlemeye başlayan Atatürk, bu yöndeki çalışmalarıyla “Milli Mücadele’nin şerefli birer sayfası olan Maraş ve Antep savunmalarının daha o tarihte temelini atmış oluyordu”. Gerçekten de Atatürk’ün gizlice iç ve güney Anadolu’ya dağıttığı bu silahlar, özellikle güney cephesindeki çatışmalarda çok işe yaramıştır.
Antep ve Maraş direnişinin altından da Atatürk’ün gizli çalışmalarının çıkması, Cumhuriyet tarihi yalancılarını fena halde rahatsız edecektir kuşkusuz!
Adana’daki Direniş Toplantıları
Atatürk, sadece askerlere değil sivillere de direniş düşüncesini aşılamaya çalışmıştır. Atatürk, Adana’ya geldiği günden beri halkala çok yakın ilişkide bulunmuş ve ufuktaki tehlike konusunda halkı uyarmaya ve uyandırmaya çalışmıştır. Bu çerçevede Adanalı aydınlarla ve Adana çevresinden, Adana sancaklarından gelen temsilcilerle görüş alışverişinde bulunmuştur. Adana’da “Anadolu direnişi” konusunda görüş alışverişinde bulunduğu bazı aydınlar şunlardır: Ramazanoğlu Suphi Paşa, Ramazanoğlu Kadri, Nalbantzade Ahmet Efendi, İbrahim Rasıh, Ramazanoğlu Hoca Mücteba, Bağdadizade Kadri Efendi, Gergerli Ali Efendi, Mısırlızade Avukat Ahmet Efendi, Dıblanzade Fuat.
Bu görüşmelerde, doğrudan düşman tarafından yapılacak saldırılara karşı şehrin nasıl savunulacağı konuşulmuştur. Görüşmeler sonrasında Atatürk’ün isteği doğrultusunda Torosların Gülek Boğazı bölümüne ve Misis’e istihkamlar yaptırılmıştır.
Atatürk Adana’da kaldığı on gün içinde akıl almaz bir tempoda hareket ederek gizli-açık çok sayıda toplantı yapmıştır.
Atatürk, Adana’da 5 Kasım 1918 tarihinde Muradiye Oteli’nin büyük salonunda Adanalılar tarafından verilen bir akşam yemeğinde yaptığı konuşmada: “Bu memleketin kurtulacağını, henüz ümitlerin sönmediğini, bunun için mücadele edeceğini, Türk milletinin ve ordusunun kendi vatanını ve istiklalini koruyabileceğini” açıklamıştır.
Adanalı aydınlarla ve ileri gelenlerle yaptığı toplantılar dışında, bir kısım halkla “Tırpanilerin evi” olarak bilinen Kırmızı Konak’ta görüşmeler yapmıştır.
Atatürk, bir hafta boyunca yaptığı görüşmeler sonrasında “direniş” düşüncesini benimseyen kişileri 8 Kasım 1918’de Şakir Paşa’daki Aliye Hanım’ın (Yerdelen) evinde toplantıya çağırmıştır. Atatürk’ün yöre eşrafıyla yaptığı bu toplantı Kurtuluş Savaşı’nın ilk somut adımlarından biridir. Tarihçi Süleyman Hatipoğlu’nun dediği gibi “Mustafa Kemal Milli Mücadele’yi fikren bu binada kararlaştırmıştır.”
Aliye Hanım’ın evinde yapılan bu toplantıya katılanlar şunlardır: Fırka Komutanı Nihat (Anılmış) Paşa (Daha sonra 2. Ordu Komutanı), Ceyhan Askeri Fırka Komutanı Remzi Bey, Levazım Fırka Reisi Avni (Doğan), Askeri İmalathaneler Müdürü Ahmet Remzi, Nalbantzade Ahmet, Ramazanoğlu Kadri, İsmail Safa (Özler), Mücavirzade Mustafa Efendi, Merkez Komutanı Hulusi (Akdağ) ve diğer bazı kişiler…
Atatürk, bu kişilerle Adana’nın ve ülkenin içinde bulunduğu son durumu görüşmüş ve 10 Kasım’da Adana’dan ayrılacağını belirterek, düşman gelince ne yapacaklarını sormuştur.
Ülkenin durumunu iyi görmediğini, İtilaf devletleriyle yapılan mütareke hükümlerine bu devletlerin uymayacaklarını, daha ağır şartlar altında ülkeyi ezeceklerini, bu nedenle büyük felakete maruz kalan yerlerden birisinin de Adana olacağını ve Adana’nın büyük zayiata uğrayacağını söylemiştir. Olacakları olanca açıklığıyla Adanalılara önceden söyleyen Atatürk, bu felaketten kurtulmak için yapılması gerenleri de şöyle sıralamıştır:
“Şimdiden işgal kuvvetlerine karşı koymak ve hazırlıkta bulunmak için bir teşkilat kurun, uygun yerlere siperler kazın, gereken silah ve malzemeyi ben temin edeceğim…”
Görüldüğü gibi Atatürk Samsun’a çıkmadan çok önce, 8 Kasım 1918’de Anadolu direnişini Adana’da örgütlemeye başlamıştır. “Bu toplantı esnasında Mustafa Kemal’in kafasında vatanın nasıl kurtarılacağına dair bir strateji oluşmuş ve bu stratejiyi halkla konuşarak daha da geliştirmiştir.”
Bu toplantıda Ahmet Remzi Bey, “Paşa! Biz bu topraklarda doğduk. Bu topraklarda ölmesini de biliriz. Nihat Paşa’ya emir ver, bize silah bıraksın” demiş, Mücavirzade Mustafa Efendi ise, “Paşam, öldürmeden ölmeyeceğiz” demiştir.
Atatürk’ün Anadolu direnişinin gerekliliğinden söz ettiği, düşman işgaline karşı yapılacakları sıraladığı o toplantıya katılan varlıklı kişiler de bütün maddi ve manevi güçlerini fedaya hazır olduklarını belirterek sonuna kadar direneceklerini söylemişlerdir. Bunun üzerine elinde gümüş kırbacı ve ayağında portakal rengi çizmeleriyle Atatürk, salonda iki sıra halinde dizilmiş oturan grubun arasında, düşünceli, ama kararlı bir yüz ifadesiyle gidip gelirken şunları söylemiştir:
“Evet, evet… Bu topraklarda düşman çizmesi gezemeyecek ve bu millet esir olmayacak!”
Toplantıya katılanların umutsuz olmamaları ve düşmanla mücadele etmeye kakarlı görünmeleri Atatürk’ü çok sevindirmiştir. Ancak, o gün o toplantıdaki kakarlılık ve cesaret sonraki günlerde pek fazla etkisini göstermemiştir. Bu durumu Abdülgani Girici şöyle açıklamaktadır:
“ Ne var ki, o zamanki zihniyeti ve harbin meydana getirdiği dört yıllık ıstırap memleketi bitkin bir hale getirdiğinden kimsede bu sözü dinleyecek hal kalmamıştı. Canından bezmiş bu topluluğu harekete geçirmek kolay olmayacaktı. Mustafa Kemal’in tavsiyesine rağmen pek hareket gözükmedi…”
Ancak, yokluk, yoksulluk ve psikolojik nedenlerden dolayı ilk zamanlarda sessiz kalan bölge halkı, özellikle Fransız işgallerinden sonra, Atatürk’ün tavsiyeleri doğrultusunda, yine Atatürk’ün dağıttığı silahlarla direnişe geçerek düşmanı etkisiz hale getirmeyi başarmıştır.
Görüldüğü gibi Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı İstanbul Şişli’deki o meşhur evden önce, Adana’daki Kırmızı Konak’ta ve Aliye Hanım’ın Evi’nde planlamış ve örgütlemeye başlamıştır.
Bu görüşmelerde, doğrudan düşman tarafından yapılacak saldırılara karşı şehrin nasıl savunulacağı konuşulmuştur. Görüşmeler sonrasında Atatürk’ün isteği doğrultusunda Torosların Gülek Boğazı bölümüne ve Misis’e istihkamlar yaptırılmıştır.
Atatürk Adana’da kaldığı on gün içinde akıl almaz bir tempoda hareket ederek gizli-açık çok sayıda toplantı yapmıştır.
Atatürk, Adana’da 5 Kasım 1918 tarihinde Muradiye Oteli’nin büyük salonunda Adanalılar tarafından verilen bir akşam yemeğinde yaptığı konuşmada: “Bu memleketin kurtulacağını, henüz ümitlerin sönmediğini, bunun için mücadele edeceğini, Türk milletinin ve ordusunun kendi vatanını ve istiklalini koruyabileceğini” açıklamıştır.
Adanalı aydınlarla ve ileri gelenlerle yaptığı toplantılar dışında, bir kısım halkla “Tırpanilerin evi” olarak bilinen Kırmızı Konak’ta görüşmeler yapmıştır.
Atatürk, bir hafta boyunca yaptığı görüşmeler sonrasında “direniş” düşüncesini benimseyen kişileri 8 Kasım 1918’de Şakir Paşa’daki Aliye Hanım’ın (Yerdelen) evinde toplantıya çağırmıştır. Atatürk’ün yöre eşrafıyla yaptığı bu toplantı Kurtuluş Savaşı’nın ilk somut adımlarından biridir. Tarihçi Süleyman Hatipoğlu’nun dediği gibi “Mustafa Kemal Milli Mücadele’yi fikren bu binada kararlaştırmıştır.”
Aliye Hanım’ın evinde yapılan bu toplantıya katılanlar şunlardır: Fırka Komutanı Nihat (Anılmış) Paşa (Daha sonra 2. Ordu Komutanı), Ceyhan Askeri Fırka Komutanı Remzi Bey, Levazım Fırka Reisi Avni (Doğan), Askeri İmalathaneler Müdürü Ahmet Remzi, Nalbantzade Ahmet, Ramazanoğlu Kadri, İsmail Safa (Özler), Mücavirzade Mustafa Efendi, Merkez Komutanı Hulusi (Akdağ) ve diğer bazı kişiler…
Atatürk, bu kişilerle Adana’nın ve ülkenin içinde bulunduğu son durumu görüşmüş ve 10 Kasım’da Adana’dan ayrılacağını belirterek, düşman gelince ne yapacaklarını sormuştur.
Ülkenin durumunu iyi görmediğini, İtilaf devletleriyle yapılan mütareke hükümlerine bu devletlerin uymayacaklarını, daha ağır şartlar altında ülkeyi ezeceklerini, bu nedenle büyük felakete maruz kalan yerlerden birisinin de Adana olacağını ve Adana’nın büyük zayiata uğrayacağını söylemiştir. Olacakları olanca açıklığıyla Adanalılara önceden söyleyen Atatürk, bu felaketten kurtulmak için yapılması gerenleri de şöyle sıralamıştır:
“Şimdiden işgal kuvvetlerine karşı koymak ve hazırlıkta bulunmak için bir teşkilat kurun, uygun yerlere siperler kazın, gereken silah ve malzemeyi ben temin edeceğim…”
Görüldüğü gibi Atatürk Samsun’a çıkmadan çok önce, 8 Kasım 1918’de Anadolu direnişini Adana’da örgütlemeye başlamıştır. “Bu toplantı esnasında Mustafa Kemal’in kafasında vatanın nasıl kurtarılacağına dair bir strateji oluşmuş ve bu stratejiyi halkla konuşarak daha da geliştirmiştir.”
Bu toplantıda Ahmet Remzi Bey, “Paşa! Biz bu topraklarda doğduk. Bu topraklarda ölmesini de biliriz. Nihat Paşa’ya emir ver, bize silah bıraksın” demiş, Mücavirzade Mustafa Efendi ise, “Paşam, öldürmeden ölmeyeceğiz” demiştir.
Atatürk’ün Anadolu direnişinin gerekliliğinden söz ettiği, düşman işgaline karşı yapılacakları sıraladığı o toplantıya katılan varlıklı kişiler de bütün maddi ve manevi güçlerini fedaya hazır olduklarını belirterek sonuna kadar direneceklerini söylemişlerdir. Bunun üzerine elinde gümüş kırbacı ve ayağında portakal rengi çizmeleriyle Atatürk, salonda iki sıra halinde dizilmiş oturan grubun arasında, düşünceli, ama kararlı bir yüz ifadesiyle gidip gelirken şunları söylemiştir:
“Evet, evet… Bu topraklarda düşman çizmesi gezemeyecek ve bu millet esir olmayacak!”
Toplantıya katılanların umutsuz olmamaları ve düşmanla mücadele etmeye kakarlı görünmeleri Atatürk’ü çok sevindirmiştir. Ancak, o gün o toplantıdaki kakarlılık ve cesaret sonraki günlerde pek fazla etkisini göstermemiştir. Bu durumu Abdülgani Girici şöyle açıklamaktadır:
“ Ne var ki, o zamanki zihniyeti ve harbin meydana getirdiği dört yıllık ıstırap memleketi bitkin bir hale getirdiğinden kimsede bu sözü dinleyecek hal kalmamıştı. Canından bezmiş bu topluluğu harekete geçirmek kolay olmayacaktı. Mustafa Kemal’in tavsiyesine rağmen pek hareket gözükmedi…”
Ancak, yokluk, yoksulluk ve psikolojik nedenlerden dolayı ilk zamanlarda sessiz kalan bölge halkı, özellikle Fransız işgallerinden sonra, Atatürk’ün tavsiyeleri doğrultusunda, yine Atatürk’ün dağıttığı silahlarla direnişe geçerek düşmanı etkisiz hale getirmeyi başarmıştır.
Görüldüğü gibi Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı İstanbul Şişli’deki o meşhur evden önce, Adana’daki Kırmızı Konak’ta ve Aliye Hanım’ın Evi’nde planlamış ve örgütlemeye başlamıştır.
(Soldaki foto)Adana Kırmızı Konak: Tırpanilerin evi olarak da bilinen bu konakta Atatürk yöre eşrafıyla bir toplantı yapmıştır.
(Sağdaki foto) Adana Şakirpaşa’da Aliye Hanım’ın Evi: Atatürk bu evde 8 Kasım 1918’de yöre eşrafıyla bir toplantı yaparak Milli Mücadeleyi fikren bu binada kararlaştırmıştır.
(Sağdaki foto) Adana Şakirpaşa’da Aliye Hanım’ın Evi: Atatürk bu evde 8 Kasım 1918’de yöre eşrafıyla bir toplantı yaparak Milli Mücadeleyi fikren bu binada kararlaştırmıştır.
İlk Silahlı Direniş: İskenderun Saldırısı
Anlaşma gereği İskenderun Körfezi ve çevresindeki mayınlar 1918 Kasım ayı başından itibaren İngiliz-Fransız mayın tarama gemilerince temizlenmeye başlanmıştır. Ancak İtilaf devletlerinin asıl niyetinin bölgeyi işgal etmek olduğu birkaç gün içinde ortaya çıkmıştır. İtilaf devletlerinin çok stratejik bir konumdaki İskenderun’u işgal etmek istedikleri anlaşılmıştır.
İtilaf devletleri 4 Kasım 1918’den itibaren İskenderun’u işgal etmekten söz etmeye başlamışlardır. Ancak Atatürk, emrindeki 7. Ordu, 3. Kolordu ve 41. Tümen Komutanlığı’na 5. Kasım 1918’de çektiği telgrafta İskenderun Körfezi’nden çıkarma yapmaya kalkışacak İngiliz kuvvetlerine ateşle karşılık verilmesini istemiştir.
Atatürk’ün bu emri üzerine 41. Tümen topçu birlikleri İskenderun Körfezi’ne bakan sırtlarda, körfeze girecek düşman donanma ve çıkarma araçlarına ateş edecek biçimde mevzilenmişlerdir. Ayrıca 3. Kolordu topçusuyla da güçlendirilmişlerdir.
Atatürk, 6 Kasım 1918’de Başkomutanlık Erkan-ı Haribiye Başkanlığı’na çektiği telgrafta çıkarma teşebbüsü karşısında, ateşle karşılık vereceğini hem İngiliz kumandanlığına hem de Sadrazam ve Başkumandan Erkan-ı Harbiye Reisi Ahmet İzzet Paşa’ya bildirmiştir.
Atatürk’ün bu karalı tutumu karşısında İngilizler Osmanlı hükümetini sıkıştırmaya başlamışlardır.
Bazı kaynaklara göre, örneğin 7. Ordu Harekat Şubesi’nde görev yapan subaylara göre İngiliz ve Fransız donanma ve çıkarma birlikleri körfeze girdiklerinde 41. Tümen uyarı ateşi yapmıştır. Bazı kaynaklara göre, örneğin, bir gün sonra, 7 Kasım 1918’de Atatürk tarafından Ahmet İzzet Paşa’ya cevabi telgrafta İngilizler bir çıkarmaya yeltenmediklerinden ateş edilmesine gerek kalmamıştır.
Ancak belgeler dikkatle incelendiğinde 6 Kasım 1918’de İskenderun Körfezi’ne girmeye çalışan İngiliz-Fransız çıkarma birliklerine Türk topçusu tarafından ateşle karşılık verildiği anlaşılmaktadır.
“7. Ordu Karargahı’nın hareket şubesinde o zaman genç bir subay (yüzbaşı) olarak görev yapmış olan Muzaffer Ergüder’in Samet Kuşçu’ya anlattıklarına ve not ettirdiklerine göre uyarı niteliğindeki topçu ateşi yapılmıştır. 6 Kasım 1918 günü İskenderun Körfezi’ndeki bu ateş ve direniş sonucunda düşman donanması körfezden uzaklaştırılmıştır. Mustafa Kemal Paşa, kişisel dostlukları bulunan, saygı ve sevgi duyduğu Ahmet İzzet Paşa’yı daha fazla kırmamak, gücendirmemek için ve amaca da vardığı için cevabi telgrafında ‘Ateş edilmesine hacet kalmamış ve buna göre birlik komutanlarına yeniden emir verilmiştir’ diye bildirerek konuyu kapatmak istemişti.”
Enver Behnan Şapolyo, bu olayı “ilk kurşun sesi” olarak adlandırmıştır. Samet Kuşçu’nun anlattıklarına bakılacak olursa Kurtuluş Savaşı’nın ilk silahlı direnişi 6 Kasım 1918’deki İskenderun Körfezi saldırısıdır.
“Kurtuluş Savaşımızın eşsiz mimarı, eşsiz komutan Mustafa Kemal Paşa’nın emri ile gerçekleşen bu kutsal direniş ilk olandır. O tarihte zaten anayurdun hiçbir köşesine henüz düşman ayağı değmemiş ve işgal başlamamıştır. Milli direniş ve karşı koyma düşünce ve kararı, hiçbir bölgede meydana gelmiş değildir. Milli direnme ve karşı koyma, herkesten ve her yerden önce Mustafa Kemal Paşa’nın kafasında, yüreğinde ve ruhunda kıvılcım alıp alevlenmiştir.”
Daha sonra da 19 Aralık 1918’de Dörtyol Karakese köyünde İtilaf devletlerine karşı ilk silahlı halk direnişi gerçekleşmiştir.
***
Atatürk, ilk kurtuluş planlarını Adana’da yapmış, ilk direniş hazırlıklarını Adana’da başlatmıştır.
“Zaten Mustafa Kemal o tarihlerde bu amaca uygun bir şekilde emrindeki Yıldırım Orduları Grubu ile Musul cephesindeki 6. Ordu kıtaları içinde bu ordunun komutanı ile haberleşerek imkan ölçüsünde gereken tedbirleri aldırmıştır. Bu ordulara bağlı kuvvetleri, Torosların üst tarafına, İç Anadolu’nun muhtelif yerlerine ihtiyaca göre dağıtmak ve yerleştirmek, fazla silah ve yedek cephanelerle lüzumlu harp malzemesini güvenilir yerlere taşıtmak için planlar hazırlamaya ve ilgili komutanlara emirler ve direktifler vermeye başlamıştır. Elindeki kuvvetleri, geçirdikleri bütün badirelere rağmen gerçek bir ordu haline getirmek, düzenlemek ve takviye etmek, gerekince bu kuvvetlerle Türk’ün hak ve istiklalini korumak istemiştir.”
İşte bütün bu hazırlıklar nedeniyledir ki, Prof Dr. Stanford Shaw, “Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye” adlı kitabında “İşgalin ilk günlerinde Mustafa Kemal Kilikya’dayken direniş başlatmıştı.” diyerek Türk Kurtuluş Savaşı’nın Kasım 1918’de Adana’da Atatürk tarafından başlatıldığını ileri sürmüştür.
Stanford Shaw,’u, Atatürk’ün yaveri Cevat Abbas Gürer de doğrulamıştır. Cevat Abbas, anılarında Atatürk’ün kafasında “Anadolu’da bir direniş başlatma düşüncesinin” Halep’te (1917) ortaya çıktığını, Adana ‘da ve İstanbul’da biçimlendiğini belirtmiştir:
“Atatürk’ün Türk milletinin istiklali için beslediği düşünceler çok eski idi. Hatta Harp Akademisi’nin sıralarında başlamıştır. Fakat onun Türkiye’yi yeni varlığı ile istiklaline kavuşturması için fiili mücadeleye girişmesi önce Halep’te başlamış, Adana’da İstanbul’da devam etmiş, Samsun’da, Amasya’da tatbikata başlamış, Lozan Konferansı’nda hakikat sahasına ulaşmıştır.”
İtilaf devletleri 4 Kasım 1918’den itibaren İskenderun’u işgal etmekten söz etmeye başlamışlardır. Ancak Atatürk, emrindeki 7. Ordu, 3. Kolordu ve 41. Tümen Komutanlığı’na 5. Kasım 1918’de çektiği telgrafta İskenderun Körfezi’nden çıkarma yapmaya kalkışacak İngiliz kuvvetlerine ateşle karşılık verilmesini istemiştir.
Atatürk’ün bu emri üzerine 41. Tümen topçu birlikleri İskenderun Körfezi’ne bakan sırtlarda, körfeze girecek düşman donanma ve çıkarma araçlarına ateş edecek biçimde mevzilenmişlerdir. Ayrıca 3. Kolordu topçusuyla da güçlendirilmişlerdir.
Atatürk, 6 Kasım 1918’de Başkomutanlık Erkan-ı Haribiye Başkanlığı’na çektiği telgrafta çıkarma teşebbüsü karşısında, ateşle karşılık vereceğini hem İngiliz kumandanlığına hem de Sadrazam ve Başkumandan Erkan-ı Harbiye Reisi Ahmet İzzet Paşa’ya bildirmiştir.
Atatürk’ün bu karalı tutumu karşısında İngilizler Osmanlı hükümetini sıkıştırmaya başlamışlardır.
Bazı kaynaklara göre, örneğin 7. Ordu Harekat Şubesi’nde görev yapan subaylara göre İngiliz ve Fransız donanma ve çıkarma birlikleri körfeze girdiklerinde 41. Tümen uyarı ateşi yapmıştır. Bazı kaynaklara göre, örneğin, bir gün sonra, 7 Kasım 1918’de Atatürk tarafından Ahmet İzzet Paşa’ya cevabi telgrafta İngilizler bir çıkarmaya yeltenmediklerinden ateş edilmesine gerek kalmamıştır.
Ancak belgeler dikkatle incelendiğinde 6 Kasım 1918’de İskenderun Körfezi’ne girmeye çalışan İngiliz-Fransız çıkarma birliklerine Türk topçusu tarafından ateşle karşılık verildiği anlaşılmaktadır.
“7. Ordu Karargahı’nın hareket şubesinde o zaman genç bir subay (yüzbaşı) olarak görev yapmış olan Muzaffer Ergüder’in Samet Kuşçu’ya anlattıklarına ve not ettirdiklerine göre uyarı niteliğindeki topçu ateşi yapılmıştır. 6 Kasım 1918 günü İskenderun Körfezi’ndeki bu ateş ve direniş sonucunda düşman donanması körfezden uzaklaştırılmıştır. Mustafa Kemal Paşa, kişisel dostlukları bulunan, saygı ve sevgi duyduğu Ahmet İzzet Paşa’yı daha fazla kırmamak, gücendirmemek için ve amaca da vardığı için cevabi telgrafında ‘Ateş edilmesine hacet kalmamış ve buna göre birlik komutanlarına yeniden emir verilmiştir’ diye bildirerek konuyu kapatmak istemişti.”
Enver Behnan Şapolyo, bu olayı “ilk kurşun sesi” olarak adlandırmıştır. Samet Kuşçu’nun anlattıklarına bakılacak olursa Kurtuluş Savaşı’nın ilk silahlı direnişi 6 Kasım 1918’deki İskenderun Körfezi saldırısıdır.
“Kurtuluş Savaşımızın eşsiz mimarı, eşsiz komutan Mustafa Kemal Paşa’nın emri ile gerçekleşen bu kutsal direniş ilk olandır. O tarihte zaten anayurdun hiçbir köşesine henüz düşman ayağı değmemiş ve işgal başlamamıştır. Milli direniş ve karşı koyma düşünce ve kararı, hiçbir bölgede meydana gelmiş değildir. Milli direnme ve karşı koyma, herkesten ve her yerden önce Mustafa Kemal Paşa’nın kafasında, yüreğinde ve ruhunda kıvılcım alıp alevlenmiştir.”
Daha sonra da 19 Aralık 1918’de Dörtyol Karakese köyünde İtilaf devletlerine karşı ilk silahlı halk direnişi gerçekleşmiştir.
***
Atatürk, ilk kurtuluş planlarını Adana’da yapmış, ilk direniş hazırlıklarını Adana’da başlatmıştır.
“Zaten Mustafa Kemal o tarihlerde bu amaca uygun bir şekilde emrindeki Yıldırım Orduları Grubu ile Musul cephesindeki 6. Ordu kıtaları içinde bu ordunun komutanı ile haberleşerek imkan ölçüsünde gereken tedbirleri aldırmıştır. Bu ordulara bağlı kuvvetleri, Torosların üst tarafına, İç Anadolu’nun muhtelif yerlerine ihtiyaca göre dağıtmak ve yerleştirmek, fazla silah ve yedek cephanelerle lüzumlu harp malzemesini güvenilir yerlere taşıtmak için planlar hazırlamaya ve ilgili komutanlara emirler ve direktifler vermeye başlamıştır. Elindeki kuvvetleri, geçirdikleri bütün badirelere rağmen gerçek bir ordu haline getirmek, düzenlemek ve takviye etmek, gerekince bu kuvvetlerle Türk’ün hak ve istiklalini korumak istemiştir.”
İşte bütün bu hazırlıklar nedeniyledir ki, Prof Dr. Stanford Shaw, “Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye” adlı kitabında “İşgalin ilk günlerinde Mustafa Kemal Kilikya’dayken direniş başlatmıştı.” diyerek Türk Kurtuluş Savaşı’nın Kasım 1918’de Adana’da Atatürk tarafından başlatıldığını ileri sürmüştür.
Stanford Shaw,’u, Atatürk’ün yaveri Cevat Abbas Gürer de doğrulamıştır. Cevat Abbas, anılarında Atatürk’ün kafasında “Anadolu’da bir direniş başlatma düşüncesinin” Halep’te (1917) ortaya çıktığını, Adana ‘da ve İstanbul’da biçimlendiğini belirtmiştir:
“Atatürk’ün Türk milletinin istiklali için beslediği düşünceler çok eski idi. Hatta Harp Akademisi’nin sıralarında başlamıştır. Fakat onun Türkiye’yi yeni varlığı ile istiklaline kavuşturması için fiili mücadeleye girişmesi önce Halep’te başlamış, Adana’da İstanbul’da devam etmiş, Samsun’da, Amasya’da tatbikata başlamış, Lozan Konferansı’nda hakikat sahasına ulaşmıştır.”
Kurtuluş Savaşı’nın Samsun’dan önce Adana’da başladığını ileri sürmek abartılı bir değerlendirme olmasa gerekir.
Nitekim Atatürk bu gerçeği 15 Mart 1923’teki Adana seyahatinde Türk Ocağı’nda şöyle dile getirmiştir:“… Acı günlere ait olmakla beraber bu memlekete ait kıymetli bir hatırayı yad etmek isterim. Efendiler bende bu vakayiin ilk hissi teşebbüsü bu memlekette, bu güzel Adana’da vücut bulmuştur. Suriye felaketini takip eden Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı ile buraya gelmiştim. O zaman memleket ve milletin nasıl bir atiye sürüklenmekte olduğunu görmüştüm ve buna mümanaat için derhal teşebbüsatta bulunmuştum. Fakat o zaman için bu teşebbüsümü müsmir kılmak mümkün olmadı. (…) Bana milletin halası yolunda ilk teşebbüs hissinin bu mukaddes topraklardan gelmiş olması hasebiyle, hemşerisi olmakla mübahi olduğum bu toprakları tebcil ederim.”
Bu durumda, “Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk’ten önce ben başlattım” diyen Kazım Karabekir Paşa’nın iddialarının da çok gerçek dışı olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, anılarında "19 Nisan 1919'da Samsun'a çıktım" diyerek aklınca Atatürk'ten önce Anadolu'ya geçip Kurtuluş Savaşı'nı başlattığını ima eden Karabekir, anlaşılan Atatürk'ün Nisan 1919'dan tam 6 ay önce, Kasım 1918'de Anadolu'da "Adana-İskenderun ve Kilis hattındaki" çalışmalarıyla Kurtuluş Savaşı'nın alt yapısını hazırladığını "unutmuşa" benzemektedir!... Ayrıca bu gerçeği sadece o değil bugün onu istismar edip Atatürk'e saldıran Atatürk düşmanlarının da unuttukları anlaşılmaktadır!
Direniş Raporları: “İngilizlere Silahla Karşı Koymak”
Atatürk, Adana’dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği raporlarda (telgraflarda) ülkenin içine düşürüldüğü durumu anlatmış ve kafasındaki silahlı direniş düşüncesinden söz etmiştir.
Bu raporlar, bir vatanseverin gerektiğinde kişisel çıkarlarını, rütbesini, makamını kısaca her şeyini bir kenara iterek doğru bildiği yolda sonuna kadar mücadele etmesi gerektiğini göstermektedir.
Atatürk’ün, Sadrazam İzzet Paşa ile yazışmalarına tanık olan Cevat Abbas (Gürer) bu konuda şu değerlendirmeyi yapmıştır:
“Atatürk’ün, Kilikya’yı ve Kilikya sınırlarını dahi bilmeyecek kadar gaflet göstermiş olan Sadrazamla Adana’dan makine başında saatlerce süren haberleşmesine şahit olmuştum.
Atatürk… Sadrazam Mareşal İzzet’i, devletin bulunduğu durum hakkında aydınlatmaktan kendisini alamıyordu. Fakat her defasında aldığı cevaplar pek sudan ve aldatıcı idi.”
Atatürk, her türlü çabasına rağmen Osmanlı yöneticilerini bir türlü gaflet uykusundan uyandıramamıştır.
Atatürk, bir kere daha haklı çıkmıştır: Mondros’un mürekkebi daha kurumdan ilk işgaller başlamıştır, ama artık çok geçtir…
Bu raporlar, bir vatanseverin gerektiğinde kişisel çıkarlarını, rütbesini, makamını kısaca her şeyini bir kenara iterek doğru bildiği yolda sonuna kadar mücadele etmesi gerektiğini göstermektedir.
Atatürk’ün, Sadrazam İzzet Paşa ile yazışmalarına tanık olan Cevat Abbas (Gürer) bu konuda şu değerlendirmeyi yapmıştır:
“Atatürk’ün, Kilikya’yı ve Kilikya sınırlarını dahi bilmeyecek kadar gaflet göstermiş olan Sadrazamla Adana’dan makine başında saatlerce süren haberleşmesine şahit olmuştum.
Atatürk… Sadrazam Mareşal İzzet’i, devletin bulunduğu durum hakkında aydınlatmaktan kendisini alamıyordu. Fakat her defasında aldığı cevaplar pek sudan ve aldatıcı idi.”
Atatürk, her türlü çabasına rağmen Osmanlı yöneticilerini bir türlü gaflet uykusundan uyandıramamıştır.
Atatürk, bir kere daha haklı çıkmıştır: Mondros’un mürekkebi daha kurumdan ilk işgaller başlamıştır, ama artık çok geçtir…
Ahmet İzzet Paşa
Atatürk’ün 1-8 Kasım 1918 tarihleri arasında Adana’dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği raporlar Anadolu direnişine yönelik kayda geçirilmiş ilk ve tek resmi belgelerdir. Bu raporlarda Atatürk, açıkça İngilizlere karşı silahla karşı koymaktan söz etmiştir. Atatürk’ün bu raporlarından yükselen “isyan ateşi” Kurtuluş Savaşı’nın ilk kıvılcımıdır.
İşte o raporlardan bazı bölümler:
1. Mütareke şartlarının ikinci maddesinin harfiyen uygulanması doğal ise de bu münasebetle karaya asker çıkarmaya dair mütarekede bir kayıt bulunmadığından müsaade edilmemiş ve görüşme memurları dönüp geldikleri gemiye gitmişlerdir.
2. İskenderun’da İngilizlerin karaya çıkmasının gerekirse ateşle önlenmesini emrettiğim arz olunur.
3. Çok ciddi ve samimi olarak arz ederim ki, mütareke şartları arasında yanlış anlamaları giderecek tedbirleri almadan orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak, İngilizlerin ihtiraslarının önüne geçmeye imkan kalmayacaktır.
4. İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile asker çıkarmaya teşebbüs edecek İngilizlerin ateşle engellenmesini… emrettim.
5. İngilizlerin aldatıcı muamele, teklif ve hareketlerini İngilizlerden fazla haklı ve nazik gösterecek ve buna karşılık gönül alıcı emirleri uygulamaya yaradılışım elverişli değildir.
6. Bugün Payas-Kilis hattına kadar olan toprakları isteyen İngilizlerin, yarın Toros’a kadar olan Kilikya mıntıkasını ve daha sonra Konya- İzmir hattının işgali lüzumu teklifinin birbirini kovalayacağı ve sonunda ordumuzun kendileri tarafından sevk ve dairesi ve hatta Osmanlı Bakanlar Kurulu’nun Britanya Hükümeti tarafından seçilmesi lüzumu gibi tekliflerin karşısında da kalmak uzak bir ihtimal değildir.
7. Ben ne durumda bulunursam bulunayım, doğru olduğuna inandığım ve gerekenlere duyurulmasını yurt selameti icabı kabul eylediğim kanaatlerimi bildirmekten nefsimi alıkoymaya muktedir değilim.
Özetlemek gerekirse bakın ne diyor Atatürk:
-İngilizlerin karaya asker çıkarmalarına izin vermedim!
-İngilizler İskenderun’a çıkarsa ateşle karşılanmalarını emrettim!
-Orduları terhis edersek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğersek onların ihtiraslarının önüne geçemeyiz.
-İngilizlere nazik davranmaya yaradılışım elverişli değildir!
-İngilizlerin isteklerine karşı çıkmazsak, ordumuzun yönetilmesini ve hatta Osmanlı Bakanlar Kurulu’nun seçilmesini bile İngilizlere bırakmak zorunda kalırız.
-Hangi şartta olursam olayım, yurt selameti için doğru bildiklerimi söylemekten nefsimi alıkoymam!
İşte o raporlardan bazı bölümler:
1. Mütareke şartlarının ikinci maddesinin harfiyen uygulanması doğal ise de bu münasebetle karaya asker çıkarmaya dair mütarekede bir kayıt bulunmadığından müsaade edilmemiş ve görüşme memurları dönüp geldikleri gemiye gitmişlerdir.
2. İskenderun’da İngilizlerin karaya çıkmasının gerekirse ateşle önlenmesini emrettiğim arz olunur.
3. Çok ciddi ve samimi olarak arz ederim ki, mütareke şartları arasında yanlış anlamaları giderecek tedbirleri almadan orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak, İngilizlerin ihtiraslarının önüne geçmeye imkan kalmayacaktır.
4. İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile asker çıkarmaya teşebbüs edecek İngilizlerin ateşle engellenmesini… emrettim.
5. İngilizlerin aldatıcı muamele, teklif ve hareketlerini İngilizlerden fazla haklı ve nazik gösterecek ve buna karşılık gönül alıcı emirleri uygulamaya yaradılışım elverişli değildir.
6. Bugün Payas-Kilis hattına kadar olan toprakları isteyen İngilizlerin, yarın Toros’a kadar olan Kilikya mıntıkasını ve daha sonra Konya- İzmir hattının işgali lüzumu teklifinin birbirini kovalayacağı ve sonunda ordumuzun kendileri tarafından sevk ve dairesi ve hatta Osmanlı Bakanlar Kurulu’nun Britanya Hükümeti tarafından seçilmesi lüzumu gibi tekliflerin karşısında da kalmak uzak bir ihtimal değildir.
7. Ben ne durumda bulunursam bulunayım, doğru olduğuna inandığım ve gerekenlere duyurulmasını yurt selameti icabı kabul eylediğim kanaatlerimi bildirmekten nefsimi alıkoymaya muktedir değilim.
Özetlemek gerekirse bakın ne diyor Atatürk:
-İngilizlerin karaya asker çıkarmalarına izin vermedim!
-İngilizler İskenderun’a çıkarsa ateşle karşılanmalarını emrettim!
-Orduları terhis edersek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğersek onların ihtiraslarının önüne geçemeyiz.
-İngilizlere nazik davranmaya yaradılışım elverişli değildir!
-İngilizlerin isteklerine karşı çıkmazsak, ordumuzun yönetilmesini ve hatta Osmanlı Bakanlar Kurulu’nun seçilmesini bile İngilizlere bırakmak zorunda kalırız.
-Hangi şartta olursam olayım, yurt selameti için doğru bildiklerimi söylemekten nefsimi alıkoymam!
Mondros’un hemen ertesinde açıkça düşmanla silahlı mücadeleden söz eden ve bu düşüncesini yetkililere gönderdiği raporlarla belgeleyen tek adam Atatürk’tür. Şevket Süreyya Aydemir’in dediği gibi:
“Yeni devlete çıkan yolun ilk ve en dumanlı işaretleri, sanıyorum ki Mustafa Kemal’in 1 Kasım 1918 ile 7 Kasım 1918 arasında Adana’da geçen 7 günlük Yıldırım Ordular Grubu Kumandanlığı zamanındaki buhran günlerinden başlar”
Bütün bu gerçekleri tarih ayan beyan kaydetmiş olmasına karşın, öteden beri Atatürk’e saldıranlar, “Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk başlatmamıştır! Atatürk Kurtuluş Savaşı’na sonradan katılmıştır!” ve hatta “Atatürk İngilizlerin ajanıdır!” demek için, Atatürk’ün 1-8 Kasım 1918’de Adana’dan Osmanlı Sadrazamı ve Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği bu raporları görmezden gelmişlerdir.
“Yeni devlete çıkan yolun ilk ve en dumanlı işaretleri, sanıyorum ki Mustafa Kemal’in 1 Kasım 1918 ile 7 Kasım 1918 arasında Adana’da geçen 7 günlük Yıldırım Ordular Grubu Kumandanlığı zamanındaki buhran günlerinden başlar”
Bütün bu gerçekleri tarih ayan beyan kaydetmiş olmasına karşın, öteden beri Atatürk’e saldıranlar, “Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk başlatmamıştır! Atatürk Kurtuluş Savaşı’na sonradan katılmıştır!” ve hatta “Atatürk İngilizlerin ajanıdır!” demek için, Atatürk’ün 1-8 Kasım 1918’de Adana’dan Osmanlı Sadrazamı ve Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği bu raporları görmezden gelmişlerdir.
Müsaade Edin Vatanıma Hizmet Edeyim
Atatürk’ün uyarılarına kulak tıkayan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, 8 Kasım 1918’de istifa etmiştir. 9 Kasım 1918’de İngiliz ve Fransız kuvvetleri İskenderun’u işgal edip şehre törenle bayrak çekmişlerdir.
10 Kasım 1918’de Yıldırım Orduları Grubu kaldırılarak Atatürk İstanbul’a çağrılmıştır. Atatürk, bu çağrıyı yapan Ahmet İzzet Paşa’ya, son bir umutla şöyle seslenmiştir:
“Orduları dağıtalım, fakat unvanı koruyalım… Müsaade edin, en ufak bir müfreze halinde dahi olsa, bu unvanla ben onun kumandanlığıyla yetinir ve vatanıma hizmet ederim” Atatürk’ün bu isteğine Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’nın yanıtı sert olmuştur: “Siz mağlup devletimize karşı bütün mağlup devletleri tekrar tahrik ve devletimizin temellerini tahrip mi etmek istiyorsunuz?” Zavallı İzzet Paşa, ortada bir devletin kalmadığını görememiştir.
Burada ister istemez insanın aklına, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa ve diğer Osmanlı yöneticileri Atatürk’ün raporlarını dikkate alsalardı ve Yıldırım Orduları Grubu’nu dağıtmayarak Atatürk’e hareket serbestliği tanısalardı acaba İngilizler ve Fransızlar Anadolu’ya ayak basabilir miydi? diye sormak geliyor. Bence eğer Osmanlı yöneticileri biraz cesur olabilseler, biraz düşmanlarını tanısalar ve biraz da Çanakkale kahramanına güvenselerdi, Atatürk Anadolu’nun işgaline engel olabilirdi. Ama onlar Atatürk’ün aksine İngilizlerin merhametine, İngilizlerin centilmenliğine sığındılar!
Bir askeri strateji deha olan ve bunu daha önce Çanakkale’de, Muş ve Bitlis’te ve Suriye geri çekilişinde gösteren Atatürk, I. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, Kasım 1918’de Kilis, İskenderun ve Adana’da yaptığı çalışmalarla Anadolu’nun işgalini önlemeye karalı olduğunu göstermiştir. Dahası İngiliz-Fransız çıkarma birliklerinin İskenderun’u işgal etmelerini önleyerek gerçekten Anadolu’nun işgalinin engellenebileceğini kanıtlamıştır.
Atatürk Kilis, İskenderun, Antep ve Adana’da aldığı önlemlerle ve yaptığı hazırlıklarla gerçekten de Anadolu’nun işgalini önleyebilirdi. Çünkü İtilaf devletleri; İngiltere, Fransa ve İtalya savaş yorgunuydu ve aralarında çıkar çatışmaları vardı. Düşmanlarını çok iyi tanıyan Yıldırım Orduları Komutanı Atatürk “Anadolu’nun İşgali Önleme Projesi” çerçevesinde aldığı önlemelerle işgale izin vermezdi. İngiltere ve Fransa Anadolu’ya çıkamayınca, Yunanların İzmir’i işgal edecek ne cesaretleri ne de uluslararası destekleri kalırdı. Ama olmadı.
Osmanlı hükümeti, Atatürk’ün cesaretini ve kararlılığını değil, İngilizlerin ve Fransızların baskısını, blöfünü dikkate alarak Atatürk’ün görevine son verip onu İstanbul’a çağırdı.
Atatürk, 10 Kasım 1918’de Adana’dan bir terenle İstanbul’a hareket etmiştir.
11 Kasım 1918’de Tevfik Paşa Hükümeti kurulmuştur.
13 Kasım 1918’de İstanbul İtilaf devletlerince fiilen işgal edilmiştir. Aynı gün öğlen saatlerinde Atatürk de İstanbul’a gelmiştir.
10 Kasım 1918’de Yıldırım Orduları Grubu kaldırılarak Atatürk İstanbul’a çağrılmıştır. Atatürk, bu çağrıyı yapan Ahmet İzzet Paşa’ya, son bir umutla şöyle seslenmiştir:
“Orduları dağıtalım, fakat unvanı koruyalım… Müsaade edin, en ufak bir müfreze halinde dahi olsa, bu unvanla ben onun kumandanlığıyla yetinir ve vatanıma hizmet ederim” Atatürk’ün bu isteğine Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’nın yanıtı sert olmuştur: “Siz mağlup devletimize karşı bütün mağlup devletleri tekrar tahrik ve devletimizin temellerini tahrip mi etmek istiyorsunuz?” Zavallı İzzet Paşa, ortada bir devletin kalmadığını görememiştir.
Burada ister istemez insanın aklına, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa ve diğer Osmanlı yöneticileri Atatürk’ün raporlarını dikkate alsalardı ve Yıldırım Orduları Grubu’nu dağıtmayarak Atatürk’e hareket serbestliği tanısalardı acaba İngilizler ve Fransızlar Anadolu’ya ayak basabilir miydi? diye sormak geliyor. Bence eğer Osmanlı yöneticileri biraz cesur olabilseler, biraz düşmanlarını tanısalar ve biraz da Çanakkale kahramanına güvenselerdi, Atatürk Anadolu’nun işgaline engel olabilirdi. Ama onlar Atatürk’ün aksine İngilizlerin merhametine, İngilizlerin centilmenliğine sığındılar!
Bir askeri strateji deha olan ve bunu daha önce Çanakkale’de, Muş ve Bitlis’te ve Suriye geri çekilişinde gösteren Atatürk, I. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, Kasım 1918’de Kilis, İskenderun ve Adana’da yaptığı çalışmalarla Anadolu’nun işgalini önlemeye karalı olduğunu göstermiştir. Dahası İngiliz-Fransız çıkarma birliklerinin İskenderun’u işgal etmelerini önleyerek gerçekten Anadolu’nun işgalinin engellenebileceğini kanıtlamıştır.
Atatürk Kilis, İskenderun, Antep ve Adana’da aldığı önlemlerle ve yaptığı hazırlıklarla gerçekten de Anadolu’nun işgalini önleyebilirdi. Çünkü İtilaf devletleri; İngiltere, Fransa ve İtalya savaş yorgunuydu ve aralarında çıkar çatışmaları vardı. Düşmanlarını çok iyi tanıyan Yıldırım Orduları Komutanı Atatürk “Anadolu’nun İşgali Önleme Projesi” çerçevesinde aldığı önlemelerle işgale izin vermezdi. İngiltere ve Fransa Anadolu’ya çıkamayınca, Yunanların İzmir’i işgal edecek ne cesaretleri ne de uluslararası destekleri kalırdı. Ama olmadı.
Osmanlı hükümeti, Atatürk’ün cesaretini ve kararlılığını değil, İngilizlerin ve Fransızların baskısını, blöfünü dikkate alarak Atatürk’ün görevine son verip onu İstanbul’a çağırdı.
Atatürk, 10 Kasım 1918’de Adana’dan bir terenle İstanbul’a hareket etmiştir.
11 Kasım 1918’de Tevfik Paşa Hükümeti kurulmuştur.
13 Kasım 1918’de İstanbul İtilaf devletlerince fiilen işgal edilmiştir. Aynı gün öğlen saatlerinde Atatürk de İstanbul’a gelmiştir.
Yarım Kalan Hesap
Atatürk, Adana’daki direniş çalışmalarının yarım kalmasına çok üzülmüş, özellikle İskenderun’un ve Hatay’ın işgal edilmesini hayatı boyunca hiç unutamamıştır. Çünkü gerçekten de 1918 de Adana ve İskenderun civarındaki savunma hattıyla ve direniş planlarıyla düşmanı durdurabileceğine inanmıştı. Ancak hükümet buna izin vermemişti. İşte o günden beri Adana, İskenderun ve Hatay Atatürk’ün içinde bir uhde olarak kalmıştır. Özellikle Hatay’ın bir türlü düşman işgalinden kurtarılmaması Atatürk’ü derinden yaralamıştır. Nitekim 1937 yılında Hatay meselesinin gündemde olduğu günlerde Hasan Rıza Soyak’a, 1918’de yarım kalan işini tamamlamaktan, bölgeye giderek Hatay için mücadele etmekten söz etmiştir:
“Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman İngilizler İskenderun’a asker çıkarmaya kalkıştılar. Oysa orası Mütareke sınırı dışındaydı.Askerlerime ateşle karşılık vermelerini emretmiştim. İskenderun ve Antakya havalisi Türk elidir. Bu sınırı korumak istiyordum. Ama İstanbul hükümeti beni geri çekti. Hatay İngiliz ve Fransızlar tarafından işgal edildi. Ondan sonra da geri almayı başaramadık. Bu nedenle Hatay’a şahsi davam olarak bakıyorum. Sözünü ettiğim bir durumda tutacağım yolu çoktan kararlaştırmış bulunuyorum.
Cumhurbaşkanlığından, milletvekilliğinden istifa edeceğim serbest bir Türk vatandaşı olarak, bu işte çalışan arkadaşlarla birlikte Hatay topraklarına geçeceğim. Bildiğin gibi bunun emin yolları var. Oradaki mücahitlerle ve anavatandan bize katılacak kuvvetlerle sorunu yerinde ve içten halledeceğim. İsterse Türkiye hükümeti, beni ve arkadaşlarımı asi ilan eder, hakkımda soruşturma da açar. Ben Fransızların Suriye ve Lübnan’a kolayca bağımsızlık vereceklerini sanmıyorum. Biz hareketimizi oralara da yayarak Suriye ve Lübnan’ın gerçek bağımsızlıklarını da sağlayabiliriz. Ama göreceksin dava yakında istediğimiz gibi çözülecektir.”
“Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman İngilizler İskenderun’a asker çıkarmaya kalkıştılar. Oysa orası Mütareke sınırı dışındaydı.Askerlerime ateşle karşılık vermelerini emretmiştim. İskenderun ve Antakya havalisi Türk elidir. Bu sınırı korumak istiyordum. Ama İstanbul hükümeti beni geri çekti. Hatay İngiliz ve Fransızlar tarafından işgal edildi. Ondan sonra da geri almayı başaramadık. Bu nedenle Hatay’a şahsi davam olarak bakıyorum. Sözünü ettiğim bir durumda tutacağım yolu çoktan kararlaştırmış bulunuyorum.
Cumhurbaşkanlığından, milletvekilliğinden istifa edeceğim serbest bir Türk vatandaşı olarak, bu işte çalışan arkadaşlarla birlikte Hatay topraklarına geçeceğim. Bildiğin gibi bunun emin yolları var. Oradaki mücahitlerle ve anavatandan bize katılacak kuvvetlerle sorunu yerinde ve içten halledeceğim. İsterse Türkiye hükümeti, beni ve arkadaşlarımı asi ilan eder, hakkımda soruşturma da açar. Ben Fransızların Suriye ve Lübnan’a kolayca bağımsızlık vereceklerini sanmıyorum. Biz hareketimizi oralara da yayarak Suriye ve Lübnan’ın gerçek bağımsızlıklarını da sağlayabiliriz. Ama göreceksin dava yakında istediğimiz gibi çözülecektir.”
ANADOLU’YA GİZLİ GEÇİŞ PLANI
Atatürk, 13 Kasım 1918’den 16 Mayıs 1919’a kadar işgal İstanbul’unda kalarak “gizli kurtuluş planları” yapmıştır. Atatürk’ün işgal İstanbul’undaki gizli kurtuluş planlarından en ilginç olanı, birkaç arkadaşıyla birlikte Gebze-Kocaeli yolundan gizlice Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak biçimindedir. Atatürk resmi yollarla Anadolu’ya geçme fırsatı yakalayınca uzun bir süredir üzerinde çalıştığı bu gizli geçiş planından vazgeçmiştir.
İşte o planın öyküsü:
Atatürk, özellikle 1919 Ocak ayının ortalarından itibaren Anadolu’ya geçmeyi düşünmekte ama bunun ne şekilde, nasıl ve hangi yolla yapılacağını bilmemektedir. Aklına gelen ilk yol, gözünü budaktan esirgemeyen bazı eski İttihatçılarla temas kurup, onların korumaları altında gizli bir şekilde İstanbul’dan Anadolu’ya geçmektir. Atatürk, İstanbul’da aylarca bu gizli geçiş planı üzerinde çalışmıştır.
Atatürk, bu planını sonradan, “Uygun bir zaman ve fırsatta İstanbul’dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu içlerine girmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk milletine felaketi haber vermek” olarak açıklamıştır.
Atatürk, bu “basit tertip” işini önce güvendiği bir arkadaşıyla paylaşmıştır. Atatürk’ün İstanbul Şişli’deki evinde düzenlediği gizli toplantıların katılımcılarından olan bu kişi, Harbiye Bakanlığı Müsteşarı İsmet (İnönü) Paşa’dır.
İşte o planın öyküsü:
Atatürk, özellikle 1919 Ocak ayının ortalarından itibaren Anadolu’ya geçmeyi düşünmekte ama bunun ne şekilde, nasıl ve hangi yolla yapılacağını bilmemektedir. Aklına gelen ilk yol, gözünü budaktan esirgemeyen bazı eski İttihatçılarla temas kurup, onların korumaları altında gizli bir şekilde İstanbul’dan Anadolu’ya geçmektir. Atatürk, İstanbul’da aylarca bu gizli geçiş planı üzerinde çalışmıştır.
Atatürk, bu planını sonradan, “Uygun bir zaman ve fırsatta İstanbul’dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu içlerine girmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk milletine felaketi haber vermek” olarak açıklamıştır.
Atatürk, bu “basit tertip” işini önce güvendiği bir arkadaşıyla paylaşmıştır. Atatürk’ün İstanbul Şişli’deki evinde düzenlediği gizli toplantıların katılımcılarından olan bu kişi, Harbiye Bakanlığı Müsteşarı İsmet (İnönü) Paşa’dır.
Atatürk, İsmet İnönü Görüşmesi
Atatürk, Anadolu’ya geçiş düşüncesini ilk olarak İsmet Paşa’ya açmıştır. 15 Ocak 1919’da, İsmet Paşa’yı Şişli’deki eve çağırmış ve ona, “Hiçbir sıfat ve yetki sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırmak, kurtuluş çareleri aramak için en uygun bölge ve beni o bölgeye götürecek en kolay yol hangisi olabilir?” diye sormuştur.
İsmet Paşa
Olayın ayrıntılarını Atatürk’ün anılarından takip edelim:
“Bir gün İsmet Bey’i davet ettim. Şişli’deki evimde beni yalnız bulan İsmet Bey, ‘Gene ne var?’ dedi. Soru sorarken gözlerinin içi, yüksek zekâsı ve güven veren neşesi ile gülüyordu. ‘Ne haber?’ dedim. ‘Tahmin edeceğin gibi’… ‘Şuradan bana bir Türkiye haritası bulup masaya açar mısın, üzerinde konuşacağım.’ İsmet Bey haritayı bulup açtı. Fazla olarak daima cebinde taşıdığı pergeli de çıkardı. Latife ettim: ‘Henüz pergellik bir şey yok. Biraz pergelsiz görüşelim…’ ‘Ne yapacaksınız?’ diye sordu. Bu münasebetle söyleyeyim ki benim en iyi anlaştığım dostlarımdan biri İsmet olmuştur. Onun için bu görüşmenin boşuna olmadığını anlamıştı. ‘Mesela’ dedim. ‘Hiçbir sıfat ve yetki sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntıka ve beni o mıntıkaya götürecek en kolay yol hangisi olabilir?’ Yüzüme baktı. Tekrar neşeli ve ümitli güldü: ‘Karar verdin mi?’ dedi. ‘Şimdilik bundan bahsetmeyelim, bana memleketi, milleti ve orduyu anlayıp bilen, vaziyeti yakından gören, tehlikeden şüphesi olmayan bir arkadaş gibi cevap ver!’ İsmet Bey, masanın kenarındaki sandalyeye ilişti ve derin
derin düşünmeye başladı. O sırada ben salonun içinde dolaşıyordum. Bana sesleninceye kadar gezindim. Birdenbire ayağa kalktı, gülerek: ‘Yollar çok, mıntıkalar çok!’ dedi. Bazı ziyaretçilerin geldiklerini haber verdiler. Haritayı kapamaya vakit kalmadan içeriye giren bu tanıdıklarla başka konulara daldık. Bir hayli müddet sonra İsmet Bey’le yalnız kaldık.
‘Ne yapacağını bana ne vakit söyleyeceksin?’‘Zamanında!” Atatürk, 1919 yılı Ocak ayının ortalarında İsmet Paşa’ya Anadolu’ya geçmekten söz etmesine karşın, kafasındaki planın ayrıntılarını zamanından önce “sırdaşım” dediği İsmet Paşa’ya bile açıklamamıştır.
Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planını anılarında İsmet Paşa da doğrulamıştır. Şimdi de İsmet Paşa’ya kulak verelim:
“Atatürk, İstanbul’da herkesi uyandırmak, memleketin kurtuluşu için resmi kudret sahiplerinin, güçlü memleket evlatlarının bir hükümet halinde memleket çabasına girmelerini sağlamak için bütün tecrübeleri denedikten, bütün imkânlarını sarf ettikten sonra nihai kararını şu şekilde tespit etti: ‘Bir an önce vazife alarak Anadolu’ya gitmek. Artık bundan sonra Anadolu’ya gitmenin imkân ve çarelerini araştırmaya başlamıştı. İyice hatırlarım, bir gün, ‘Anadolu’ya nasıl çıkabiliriz, nerden çıkabiliriz, yol nedir?’ Beraber bunları konuşuyorduk. Bir harita başında konuşuyorduk. Bana soruyordu: ‘Nasıl gideriz?’ Ben kendisine şu cevabı verdim: ‘Canım her taraftan gideriz. Yol da çoktur, tedbir de çoktur. Mesele, çalışmak için istikameti (yönü) tayin etmektir.”
“Bir gün İsmet Bey’i davet ettim. Şişli’deki evimde beni yalnız bulan İsmet Bey, ‘Gene ne var?’ dedi. Soru sorarken gözlerinin içi, yüksek zekâsı ve güven veren neşesi ile gülüyordu. ‘Ne haber?’ dedim. ‘Tahmin edeceğin gibi’… ‘Şuradan bana bir Türkiye haritası bulup masaya açar mısın, üzerinde konuşacağım.’ İsmet Bey haritayı bulup açtı. Fazla olarak daima cebinde taşıdığı pergeli de çıkardı. Latife ettim: ‘Henüz pergellik bir şey yok. Biraz pergelsiz görüşelim…’ ‘Ne yapacaksınız?’ diye sordu. Bu münasebetle söyleyeyim ki benim en iyi anlaştığım dostlarımdan biri İsmet olmuştur. Onun için bu görüşmenin boşuna olmadığını anlamıştı. ‘Mesela’ dedim. ‘Hiçbir sıfat ve yetki sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntıka ve beni o mıntıkaya götürecek en kolay yol hangisi olabilir?’ Yüzüme baktı. Tekrar neşeli ve ümitli güldü: ‘Karar verdin mi?’ dedi. ‘Şimdilik bundan bahsetmeyelim, bana memleketi, milleti ve orduyu anlayıp bilen, vaziyeti yakından gören, tehlikeden şüphesi olmayan bir arkadaş gibi cevap ver!’ İsmet Bey, masanın kenarındaki sandalyeye ilişti ve derin
derin düşünmeye başladı. O sırada ben salonun içinde dolaşıyordum. Bana sesleninceye kadar gezindim. Birdenbire ayağa kalktı, gülerek: ‘Yollar çok, mıntıkalar çok!’ dedi. Bazı ziyaretçilerin geldiklerini haber verdiler. Haritayı kapamaya vakit kalmadan içeriye giren bu tanıdıklarla başka konulara daldık. Bir hayli müddet sonra İsmet Bey’le yalnız kaldık.
‘Ne yapacağını bana ne vakit söyleyeceksin?’‘Zamanında!” Atatürk, 1919 yılı Ocak ayının ortalarında İsmet Paşa’ya Anadolu’ya geçmekten söz etmesine karşın, kafasındaki planın ayrıntılarını zamanından önce “sırdaşım” dediği İsmet Paşa’ya bile açıklamamıştır.
Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planını anılarında İsmet Paşa da doğrulamıştır. Şimdi de İsmet Paşa’ya kulak verelim:
“Atatürk, İstanbul’da herkesi uyandırmak, memleketin kurtuluşu için resmi kudret sahiplerinin, güçlü memleket evlatlarının bir hükümet halinde memleket çabasına girmelerini sağlamak için bütün tecrübeleri denedikten, bütün imkânlarını sarf ettikten sonra nihai kararını şu şekilde tespit etti: ‘Bir an önce vazife alarak Anadolu’ya gitmek. Artık bundan sonra Anadolu’ya gitmenin imkân ve çarelerini araştırmaya başlamıştı. İyice hatırlarım, bir gün, ‘Anadolu’ya nasıl çıkabiliriz, nerden çıkabiliriz, yol nedir?’ Beraber bunları konuşuyorduk. Bir harita başında konuşuyorduk. Bana soruyordu: ‘Nasıl gideriz?’ Ben kendisine şu cevabı verdim: ‘Canım her taraftan gideriz. Yol da çoktur, tedbir de çoktur. Mesele, çalışmak için istikameti (yönü) tayin etmektir.”
Ali Fuat Cebesoy’un Yazdıkları
Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planının izlerine Ali Fuat Cebesoy’un “Milli Mücadele Hatıraları”nın satır aralarında da rastlanmaktadır. Cebesoy anılarında, Atatürk’ün resmi bir görevle Anadolu’ya geçmeyi düşündüğünü ancak bunu başaramazsa “özel bir şekilde” Anadolu’ya geçmeyi planladığını belirtmiştir:
“Var kuvvetimizle Anadolu’da çalışmaya devam etmekte, Mustafa Kemal Paşa ile bir defa daha anlaşmıştık. Kumandanı bulunduğum 20. Kolordu Karargâhı’nın Ankara’ya nakli ile burasının bir direniş merkezi yapılmasını kararlaştırdık. Paşa’nın geniş yetkili bir görev ile Anadolu’ya geçmesine her taraftan çalışacaktık. Bu nedenle daha bir müddet İstanbul’da kalacaktı. Anadolu’da ona ihtiyaç duyulduğu zaman bir görev almamış bile olsa özel şekilde Anadolu’ya geçecek, Milli Mücadele’deki şerefli yerini alacaktı.”
“Var kuvvetimizle Anadolu’da çalışmaya devam etmekte, Mustafa Kemal Paşa ile bir defa daha anlaşmıştık. Kumandanı bulunduğum 20. Kolordu Karargâhı’nın Ankara’ya nakli ile burasının bir direniş merkezi yapılmasını kararlaştırdık. Paşa’nın geniş yetkili bir görev ile Anadolu’ya geçmesine her taraftan çalışacaktık. Bu nedenle daha bir müddet İstanbul’da kalacaktı. Anadolu’da ona ihtiyaç duyulduğu zaman bir görev almamış bile olsa özel şekilde Anadolu’ya geçecek, Milli Mücadele’deki şerefli yerini alacaktı.”
Cebesoy’un anılarında “özel şekilde Anadolu’ya geçmek” olarak ifade ettiği şey, öyle anlaşılıyor ki aslında Atatürk’ün “Anadolu’ya gizli geçiş planıdır”. Cebesoy, Atatürk’ün Anadolu’ya gizlice geçmesi halinde kendisinin yanına gelerek işe oradan başlayacağını ifade etmiştir:
“Akşam yemeğinden sonra saatlerce konuştuk. Kemal Paşa eğer bir vazifeyle kendisini tayin ettiremezse Anadolu’ya en itimat ettiği bir kumandanın yanına gideceğini ve ilk defa işe oradan başlayacağını söylüyordu. ‘Paşam, ben ve kolordum daima emrindedir’ dedim.
Mavi gözlerinin nasıl bir ışıkla parladığını tarif edemem. Yerinden kalkıp hararetle elimi sıkmıştı. ‘Beraber çalışacağız Fuat’ demişti.”
“Akşam yemeğinden sonra saatlerce konuştuk. Kemal Paşa eğer bir vazifeyle kendisini tayin ettiremezse Anadolu’ya en itimat ettiği bir kumandanın yanına gideceğini ve ilk defa işe oradan başlayacağını söylüyordu. ‘Paşam, ben ve kolordum daima emrindedir’ dedim.
Mavi gözlerinin nasıl bir ışıkla parladığını tarif edemem. Yerinden kalkıp hararetle elimi sıkmıştı. ‘Beraber çalışacağız Fuat’ demişti.”
Gebze - Kocaeli Üzerinden Anadolu’ya Gizli Geçiş Planı
Atatürk, resmi bir görevle, Samsun yolu üzerinden Anadolu’ya geçme olanağı bulamasaydı, Gebze-Kocaeli yolu üzerinden Anadolu’ya gizlice geçecekti. Atatürk’ün yaveri Cevat Abbas Gürer’in gün ışığına çıkardığı haritalar, Atatürk’ün Anadolu’ya geçmek için “yedek” bir planı olduğunu kanıtlamaktadır.
Cevat Abbas Gürer Atatürk’le beraber
Sonradan iptal edilen Gebze-Kocaeli üzerinden Anadolu’ya gizli geçiş planı uygulansaydı Kurtuluş Savaşı’nın ilk adımı Samsun’da değil Kocaeli’de atılmış olacaktı.
Atatürk’ün Yenibahçeli Şükrü Bey’e Verdiği Görev
Atatürk’ün bu yöndeki ilk işareti, Fethi Bey aracılığıyla Kasım 1918’de Pera Palas’ta kendisini ziyaret eden Yenibahçeli Şükrü Bey’e söylediği, “Gözünüz Gebze-Kocaeli yolunda olsun. Orayı sıkıca kontrol altında tutmayı düşününüz” sözleridir.
Maltepe Atış Okulu Müdürü olan Yenibahçeli Şükrü Bey, aynı zamanda Karakol Cemiyeti’nin “Menzil Teşkilatı”nın komutanıdır. Piyade Yüzbaşı Dayı Mesut ve Doktor Fahri (Can) de yardımcılarıdır.
O gün Atatürk’ün bu işareti üzerine hemen harekete geçen Yenibahçeli Şükrü Bey, Maltepe Endaht Mektebi’nde emrindeki subaylara, “Gebze yolundan kuş uçmayacak” diye emir vermiştir.
Yenibahçeli Şükrü, Gebze-Kocaeli yolunu tutmuştur, ama Atatürk’ün neden böyle bir şey istediğini anlayamamıştır: “Bu Mustafa Kemal Paşa da, şu yolu neden tutunuz demiştir acaba, ne yapacak ki bu yol lazımdır. Bir iş vardır da biz mi akıl edemeyiz?” diye düşünürken Atatürk’ten bir haber almıştır. Atatürk, Yenibahçeli’nin, kimseye görünmeden gizlice Fansaların evine gelmesini istemiştir. Yenibahçeli haberi alır almaz Atatürk’le görüşmek için Fansaların evine gitmiştir.
Maltepe Atış Okulu Müdürü olan Yenibahçeli Şükrü Bey, aynı zamanda Karakol Cemiyeti’nin “Menzil Teşkilatı”nın komutanıdır. Piyade Yüzbaşı Dayı Mesut ve Doktor Fahri (Can) de yardımcılarıdır.
O gün Atatürk’ün bu işareti üzerine hemen harekete geçen Yenibahçeli Şükrü Bey, Maltepe Endaht Mektebi’nde emrindeki subaylara, “Gebze yolundan kuş uçmayacak” diye emir vermiştir.
Yenibahçeli Şükrü, Gebze-Kocaeli yolunu tutmuştur, ama Atatürk’ün neden böyle bir şey istediğini anlayamamıştır: “Bu Mustafa Kemal Paşa da, şu yolu neden tutunuz demiştir acaba, ne yapacak ki bu yol lazımdır. Bir iş vardır da biz mi akıl edemeyiz?” diye düşünürken Atatürk’ten bir haber almıştır. Atatürk, Yenibahçeli’nin, kimseye görünmeden gizlice Fansaların evine gelmesini istemiştir. Yenibahçeli haberi alır almaz Atatürk’le görüşmek için Fansaların evine gitmiştir.
Atatürk, Yenibahçeli’ye, “Nedir Gebze- Kocaeli civarındaki vaziyetimiz Şükrü Bey” diye sorunca Yenibahaçli’den şu yanıtı almıştır:
“Bizimkiler oraları tutmuşlardır. Ufak tefek yaramazlıklar oluyorsa da kıymeti yoktur. Rum çeteler, bir şeyler yapmaktaysalar da yol elimizdedir. Kuş uçsa haberimiz olacaktır, haberimiz olmadan kuş uçmayacaktır. Arkadaşlarımıza söylenmiştir. Yanımızda bildiğimiz Dr. Fahri Bey de vardır. Kendisinin tayini Gebze’ye yapılmıştır. Silahlarımız tamamdır, teslim edilmemiştir, yenidir. Hücum taburundan elimizde tuttuklarımızdır. İstenirse, bir iki depodan yenilerini temin etmek mümkündür.”
Bu sırada Atatürk, ayağa kalkıp yaverinden bir harita istemiş, getirilen haritayı ortadaki masanın üzerine açarak elini haritanın üzerinde gezdirmeye başlamıştır. Bir taraftan eliyle, Gebze-Kocaeli taraflarından Anadolu üzerine doğru bir yay çizerken, diğer taraftan Yenibahçeli’nin gözlerinin içine bakarak şunları söylemiştir:
“Bakınız bu yollar bizim için mühim bir vaziyet alacaktır. Buradan yapılacak işler ehemmiyetlidir. Bu yollardan istenilmeyenler hiçbir suretle geçemeyecektir. Geçsin dediklerimiz geçemez, geçmesin dediklerimiz geçerse bozuşuruz! Fakat zaten siz bu işleri iyi bilirsiniz…”
Atatürk’ün bu “kararlı” ve “imalı” sözleri üzerine heyecanlanan Yenibahçeli, “Paşam, geçsin dedikleriniz geçecektir, geçmesin dedikleriniz dünya başımıza gelse oradan geçemez. Mahçup olmayız Paşam!” demiştir.
Atatürk, Yenibahçeli’ye son olarak şunları söylemiştir: “Şükrü Bey, bilir misiniz bir düstur vardır: İfşası idamı muciptir (açıklanması idam gerektirir). İşte bu şimdilik öyle bir meseledir. Sadece yanınızda bulunan teşriki mesai ettiğiniz doktor bilecektir.” Konuşma bittiğinde Yenibahçeli topuklarını birbirine vurarak hazır ola geçmiş ve başında asker şapkası varmış gibi elini kaşının üstüne götürmüştür. Yenibahçeli’nin heyecanını fark eden Atatürk hafifçe gülerek konuğunu uğurlamıştır.
Atatürk, Anadolu’ya tayin emrinin çıkmasından sonra da Gebze-Kocaeli yoluyla ilgilenmeye devam etmiştir. Mayıs ayının başlarında Teşkilat-ı Mahsusacılara, Gebze-Kocaeli yolunun tam olarak güvene alınıp alınamadığını sormuştur. Atatürk’ün sorusuna Yenibahçeli şöyle yanıt vermiştir: “Emirleri olmadan kuş uçmaz, emirleri olunca da yol açıktır.”
Yenibahçeli gerçekten de dediğini yapmış, Gebze-Kocali yolundan kuş uçurtmamıştır. Atatürk, resmi bir görevle Anadolu’ya geçme fırsatını yakalayınca bu yolu kullanmaktan vazgeçmiş, ancak Kurtuluş Savaşı sırasında İsmet Paşa, Adnan Bey, Halide Edip Hanım gibi pek çok asker, sivil Yenibahçeli’nin koruması altındaki bu yoldan Anadolu’ya geçerek Milli Harekete katılmıştır.
Atatürk’ün Samsun’a sağ salim çıktığını öğrenen Yenibahçeli, emrindeki adamlara şunları söylemiştir:
“Şimdi, Mustafa Kemal Paşa Samsun’a varmıştır. Daha gitmeden çok evvel zaman bize demiştir ve emretmiştir ki, Gebze yolu sıkıca tutulmalıdır, geç denilen geçmelidir, geçme denilen geçmemelidir. Mustafa Kemal Paşa’ya mahcup olundu mu, yanmak, yok olmak lazımdır. Lakin, daha bu yine bizim aramızdaki sözlerdir. Bu bu dediklerim iyi bilinmeli ve de ona göre düşünülmelidir. Geç denilen geçemedi mi, geçme denilen geçti mi vazifeyi yapmayan bitti demektir. Neye göre bitti demektir, İttihatçılığa göre bitti demektir.”
Adamlar dağıldıktan sonra Dayı Maksut ve Dr. Fahri ile baş başa kalan Yenibahçeli, Atatürk’ü ancak şimdi anladığını şöyle ifade etmiştir: “Yahu! Şimdi yavaş yavaş anlarım Mustafa Kemal Paşa daha ilk vaziyette bize Pera Palas’ta ‘Sen Gebze yolunu tutmaya bak’ demiştir de aklıma bunların hiçbiri gelmemiştir. Şimdi anlarım ki hesaplamıştır bu işleri. Lakin ne zaman? Ona da benim İttihatçı aklım ermez!”
“Bizimkiler oraları tutmuşlardır. Ufak tefek yaramazlıklar oluyorsa da kıymeti yoktur. Rum çeteler, bir şeyler yapmaktaysalar da yol elimizdedir. Kuş uçsa haberimiz olacaktır, haberimiz olmadan kuş uçmayacaktır. Arkadaşlarımıza söylenmiştir. Yanımızda bildiğimiz Dr. Fahri Bey de vardır. Kendisinin tayini Gebze’ye yapılmıştır. Silahlarımız tamamdır, teslim edilmemiştir, yenidir. Hücum taburundan elimizde tuttuklarımızdır. İstenirse, bir iki depodan yenilerini temin etmek mümkündür.”
Bu sırada Atatürk, ayağa kalkıp yaverinden bir harita istemiş, getirilen haritayı ortadaki masanın üzerine açarak elini haritanın üzerinde gezdirmeye başlamıştır. Bir taraftan eliyle, Gebze-Kocaeli taraflarından Anadolu üzerine doğru bir yay çizerken, diğer taraftan Yenibahçeli’nin gözlerinin içine bakarak şunları söylemiştir:
“Bakınız bu yollar bizim için mühim bir vaziyet alacaktır. Buradan yapılacak işler ehemmiyetlidir. Bu yollardan istenilmeyenler hiçbir suretle geçemeyecektir. Geçsin dediklerimiz geçemez, geçmesin dediklerimiz geçerse bozuşuruz! Fakat zaten siz bu işleri iyi bilirsiniz…”
Atatürk’ün bu “kararlı” ve “imalı” sözleri üzerine heyecanlanan Yenibahçeli, “Paşam, geçsin dedikleriniz geçecektir, geçmesin dedikleriniz dünya başımıza gelse oradan geçemez. Mahçup olmayız Paşam!” demiştir.
Atatürk, Yenibahçeli’ye son olarak şunları söylemiştir: “Şükrü Bey, bilir misiniz bir düstur vardır: İfşası idamı muciptir (açıklanması idam gerektirir). İşte bu şimdilik öyle bir meseledir. Sadece yanınızda bulunan teşriki mesai ettiğiniz doktor bilecektir.” Konuşma bittiğinde Yenibahçeli topuklarını birbirine vurarak hazır ola geçmiş ve başında asker şapkası varmış gibi elini kaşının üstüne götürmüştür. Yenibahçeli’nin heyecanını fark eden Atatürk hafifçe gülerek konuğunu uğurlamıştır.
Atatürk, Anadolu’ya tayin emrinin çıkmasından sonra da Gebze-Kocaeli yoluyla ilgilenmeye devam etmiştir. Mayıs ayının başlarında Teşkilat-ı Mahsusacılara, Gebze-Kocaeli yolunun tam olarak güvene alınıp alınamadığını sormuştur. Atatürk’ün sorusuna Yenibahçeli şöyle yanıt vermiştir: “Emirleri olmadan kuş uçmaz, emirleri olunca da yol açıktır.”
Yenibahçeli gerçekten de dediğini yapmış, Gebze-Kocali yolundan kuş uçurtmamıştır. Atatürk, resmi bir görevle Anadolu’ya geçme fırsatını yakalayınca bu yolu kullanmaktan vazgeçmiş, ancak Kurtuluş Savaşı sırasında İsmet Paşa, Adnan Bey, Halide Edip Hanım gibi pek çok asker, sivil Yenibahçeli’nin koruması altındaki bu yoldan Anadolu’ya geçerek Milli Harekete katılmıştır.
Atatürk’ün Samsun’a sağ salim çıktığını öğrenen Yenibahçeli, emrindeki adamlara şunları söylemiştir:
“Şimdi, Mustafa Kemal Paşa Samsun’a varmıştır. Daha gitmeden çok evvel zaman bize demiştir ve emretmiştir ki, Gebze yolu sıkıca tutulmalıdır, geç denilen geçmelidir, geçme denilen geçmemelidir. Mustafa Kemal Paşa’ya mahcup olundu mu, yanmak, yok olmak lazımdır. Lakin, daha bu yine bizim aramızdaki sözlerdir. Bu bu dediklerim iyi bilinmeli ve de ona göre düşünülmelidir. Geç denilen geçemedi mi, geçme denilen geçti mi vazifeyi yapmayan bitti demektir. Neye göre bitti demektir, İttihatçılığa göre bitti demektir.”
Adamlar dağıldıktan sonra Dayı Maksut ve Dr. Fahri ile baş başa kalan Yenibahçeli, Atatürk’ü ancak şimdi anladığını şöyle ifade etmiştir: “Yahu! Şimdi yavaş yavaş anlarım Mustafa Kemal Paşa daha ilk vaziyette bize Pera Palas’ta ‘Sen Gebze yolunu tutmaya bak’ demiştir de aklıma bunların hiçbiri gelmemiştir. Şimdi anlarım ki hesaplamıştır bu işleri. Lakin ne zaman? Ona da benim İttihatçı aklım ermez!”
Atatürk: “O Yol Çok İşe Yaramıştır”
Ankara’da bir Çankaya gecesinde Atatürk, İsmet Paşa ve Fahrettin Altay Paşa sohbet ederken, İsmet Paşa’nın Gebze-Kocaeli yolundan çileli bir yolculuk sonunda Ankara’ya gelişi söz konusu olunca, Atatürk, İstanbul’dayken Yenibahçeli’yle yaptığı görüşmelerden ve Gebze-Kocaeli yolunun tutulması konusundan şöyle söz etmiştir:
“O yolu Yenibahçeli tuttu. Pera Palas’taki ilk konuşmamızda, Gebze-Kocaeli yolunu tutun dediğimde meseleyi anlayamamıştı. Fakat artık zaman yaklaşırken bir gece kalmakta olduğum Fansaların evine çağırttım. Harita üzerinde kendisine yolun ehemmiyetinden (öneminden) bahsettim. O yolu Yenibahçeli çok iyi tuttu. İşte İsmet Paşa dahil birçokları o yoldan Anadolu’ya, Ankara’ya geldiler. Fakat, o gece Yenibahçeli’ye harita üzerinde de bazı şeyler söylerken bir istikamet çizdim, fakat arkasından da ‘ifşası idamı muciptir’ dedim. Yenibahçeli, İttihat Ve Terakki’den tanıdıklarımızdandı. Onun bu işleri iyi bildiğini bilirsiniz. O yol çok işe yaramıştır. Fakat ben ona bunları söylerken Yenibahçeli de meselenin Ankara’ya uzanacağını anlayamamıştır.”
Gebze-Kocaeli yolunun çok işe yaradığını Rauf Orbay da anılarında doğrulamıştır: “Ben buradan Anadolu’ya mütemadiyen kıymetli insanlar kaçırdım. Doktor Adnan Adıvar, Halide Edip Hanım gibi birçoklarını… Veniköy tarafındaki bir dergâhtan, Maltepe’de Endaht Mektebi Kumandanı olan Yenibahçeli Şükrü Bey vasıtasıyla Kartal yolu ile kafile kafile kaçırmıştık…”
“O yolu Yenibahçeli tuttu. Pera Palas’taki ilk konuşmamızda, Gebze-Kocaeli yolunu tutun dediğimde meseleyi anlayamamıştı. Fakat artık zaman yaklaşırken bir gece kalmakta olduğum Fansaların evine çağırttım. Harita üzerinde kendisine yolun ehemmiyetinden (öneminden) bahsettim. O yolu Yenibahçeli çok iyi tuttu. İşte İsmet Paşa dahil birçokları o yoldan Anadolu’ya, Ankara’ya geldiler. Fakat, o gece Yenibahçeli’ye harita üzerinde de bazı şeyler söylerken bir istikamet çizdim, fakat arkasından da ‘ifşası idamı muciptir’ dedim. Yenibahçeli, İttihat Ve Terakki’den tanıdıklarımızdandı. Onun bu işleri iyi bildiğini bilirsiniz. O yol çok işe yaramıştır. Fakat ben ona bunları söylerken Yenibahçeli de meselenin Ankara’ya uzanacağını anlayamamıştır.”
Gebze-Kocaeli yolunun çok işe yaradığını Rauf Orbay da anılarında doğrulamıştır: “Ben buradan Anadolu’ya mütemadiyen kıymetli insanlar kaçırdım. Doktor Adnan Adıvar, Halide Edip Hanım gibi birçoklarını… Veniköy tarafındaki bir dergâhtan, Maltepe’de Endaht Mektebi Kumandanı olan Yenibahçeli Şükrü Bey vasıtasıyla Kartal yolu ile kafile kafile kaçırmıştık…”
Atatürk’ün Yahya Kaptan’a Verdiği Görev
Atatürk, bir gün yaveri Cevat Abbas Bey’i çağırarak, Kocaeli-Taşköprü üzerinden veya İzmit Körfezi’nden Anadolu’ya, 20. Kolordu sınırlarına kadar ulaşacak bir yol belirlemesini ve bu yolu güvenceye almasını istemiştir.
Atatürk’ün amacı en kısa yolla Anadolu’ya geçip, Ali Fuat Paşa’nın kontrolündeki 20. Kolordu sınırları içine girmek ve bu direniş hareketini başlatmaktır. Atatürk’ün önce Adana’da daha sonra da İstanbul’da Ali Fuat Paşa’yla yaptığı görüşmelerde hep Ankara civarındaki 20. Kolordu’ya vurgu yapmış olmasının nedeni şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.
Cevat Abbas, Atatürk’ün verdiği emir doğrultusunda yaptığı çalışmaları şöyle anlatmıştır:
“Gebze, İzmit ve Değirmendere istikametlerini etüt ettim. İcabında ikimize canlarıyla, başlarıyla katılacak yerli ve muhacirlerden ve fedakâr vatanseverlerden küçük küçük silahlı kuvvetler bulabilmiş ve kumandanımın yanına dönmüştüm. Atatürk, arz ettiğim vaziyet ve faaliyeti çıkar yol bulmuş ve bu küçük teşkilatımızın tamamıyla emniyet edilir bir hâle gelmesini ve ormanların yapraklanmasını beklemeyi faydalı görmüşler ve bu teşekkülümüzle ilişkimizin kuvvetle sürdürülmesini emir buyurmuşlardır…. Yahya Kaptan’la beş arkadaşı ilk müfrezemizi teşkil edecekti.”
Cevat Abbas, Atatürk’ün Gebze-Kocaeli yolunu kontrol etmek için “müfrezeler” oluşturmak istemesinin nedenini, “Türk köylerini kasıp kavuran Rum çetelerinin ve İstanbul hükümetlerinin takip ettireceği silahlı kuvvetlerin ilk saldırısına, kıyımına uğramamak” olarak açıklamıştır.
Yahya Kaptan, Atatürk’ün emri doğrultusunda Gebze- Kocaeli yolunun güvenliğini sağlamak için hemen çalışmalara başlamıştır:
“Yahya Kaptan ve arkadaşlarının görevi Kocaeli yarımadasında güvenliği sağlamak, Türk köylerine tecavüzlerde bulunan Ermeni ve Rum çetelerinin cinayet ve soygunlarına engel olmaktı. Ayrıca, Yahya Kaptan’ın bilmediği çok önemli bir görevi daha vardı: Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da güvenli bir bölgeye ulaşıncaya kadar ki seyahati sırasında gereken güvenliğini sağlama ve koruma görevi için düşünülen Kuvayı Milliye Müfrezesi, Yahya Kaptan’ın milis kuvvetleri idi… Yahya Kaptan, kendisine verilen emir gereği, her an göreve hazır durumdaydı ve Mustafa Kemal Paşa’nın emrini bekliyordu.”
Atatürk’ün amacı en kısa yolla Anadolu’ya geçip, Ali Fuat Paşa’nın kontrolündeki 20. Kolordu sınırları içine girmek ve bu direniş hareketini başlatmaktır. Atatürk’ün önce Adana’da daha sonra da İstanbul’da Ali Fuat Paşa’yla yaptığı görüşmelerde hep Ankara civarındaki 20. Kolordu’ya vurgu yapmış olmasının nedeni şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.
Cevat Abbas, Atatürk’ün verdiği emir doğrultusunda yaptığı çalışmaları şöyle anlatmıştır:
“Gebze, İzmit ve Değirmendere istikametlerini etüt ettim. İcabında ikimize canlarıyla, başlarıyla katılacak yerli ve muhacirlerden ve fedakâr vatanseverlerden küçük küçük silahlı kuvvetler bulabilmiş ve kumandanımın yanına dönmüştüm. Atatürk, arz ettiğim vaziyet ve faaliyeti çıkar yol bulmuş ve bu küçük teşkilatımızın tamamıyla emniyet edilir bir hâle gelmesini ve ormanların yapraklanmasını beklemeyi faydalı görmüşler ve bu teşekkülümüzle ilişkimizin kuvvetle sürdürülmesini emir buyurmuşlardır…. Yahya Kaptan’la beş arkadaşı ilk müfrezemizi teşkil edecekti.”
Cevat Abbas, Atatürk’ün Gebze-Kocaeli yolunu kontrol etmek için “müfrezeler” oluşturmak istemesinin nedenini, “Türk köylerini kasıp kavuran Rum çetelerinin ve İstanbul hükümetlerinin takip ettireceği silahlı kuvvetlerin ilk saldırısına, kıyımına uğramamak” olarak açıklamıştır.
Yahya Kaptan, Atatürk’ün emri doğrultusunda Gebze- Kocaeli yolunun güvenliğini sağlamak için hemen çalışmalara başlamıştır:
“Yahya Kaptan ve arkadaşlarının görevi Kocaeli yarımadasında güvenliği sağlamak, Türk köylerine tecavüzlerde bulunan Ermeni ve Rum çetelerinin cinayet ve soygunlarına engel olmaktı. Ayrıca, Yahya Kaptan’ın bilmediği çok önemli bir görevi daha vardı: Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da güvenli bir bölgeye ulaşıncaya kadar ki seyahati sırasında gereken güvenliğini sağlama ve koruma görevi için düşünülen Kuvayı Milliye Müfrezesi, Yahya Kaptan’ın milis kuvvetleri idi… Yahya Kaptan, kendisine verilen emir gereği, her an göreve hazır durumdaydı ve Mustafa Kemal Paşa’nın emrini bekliyordu.”
Yahya Kaptan
Atatürk Nutuk’ta Yahya Kaptan Müfrezesi’nin kuruluş amacını ve Yahya Kaptan’ın kahramanlığını şöyle anlatmıştır:
“Efendiler, bizim bilhassa İstanbul’a yakın olan İzmit mıntıkasında uygulanmasını düşündüğümüz tedbir, orada silahlı, milli müfrezeler oluşturmak ve o bölgede güvenilir kumandan ve zabitlerimizin bu milli müfrezelere yardım ve desteği ile hain çeteleri takip ederek zararlarını ve varlıklarını ortadan kaldırmaktı. İşte bu amaçla kurdurduğumuz milli müfrezelerin en önemlisi ve en kuvvetlisi, bu, Yahya Kaptan adıyla tanınan bir fedakâr vatanseverin müfrezesi idi.”
“Efendiler, bizim bilhassa İstanbul’a yakın olan İzmit mıntıkasında uygulanmasını düşündüğümüz tedbir, orada silahlı, milli müfrezeler oluşturmak ve o bölgede güvenilir kumandan ve zabitlerimizin bu milli müfrezelere yardım ve desteği ile hain çeteleri takip ederek zararlarını ve varlıklarını ortadan kaldırmaktı. İşte bu amaçla kurdurduğumuz milli müfrezelerin en önemlisi ve en kuvvetlisi, bu, Yahya Kaptan adıyla tanınan bir fedakâr vatanseverin müfrezesi idi.”
Planın Detayları
Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planının güzergâhı, Gebze-Kocaeli yoludur. Atatürk öncelikle bu yolun güvenliğini sağlamak için gözünü budaktan esirgemeyen Yenibahçeli Şükrü Bey ve Yahya Kaptan gibi vatanseverleri görevlendirmiştir. Yolun güvenliği sağlandıktan sonra ise önce kendisi, daha sonra da asker-sivil vatanseverler bu yoldan Anadolu’ya geçecekti.
Cevat Abbas, Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planının ayrıntılarını şöyle anlatmıştır:
“Atatürk’le kendime, cephanesiyle birlikte birer mavzer filintasıyla iki el bombası hazırlamıştım. Tasavvur ettiğim yollar güzergâhının haritalarını tamamlamıştık. Ansızın bir gün Atatürk’ün bizzat tespit ettiği Gebze civarından Tavşancıl’a inen yolu takip ederek Yahya ve arkadaşlarıyla buluştuktan ve onları da beraberimize aldıktan sonra Yarımca civarından Değirmendere’ye geçecektik. Değirmendere bölgesinde Dünya Savaşı içerisinde eşkıyalıkları ile Türk köylerini zarara sokan bahçıvanlıktan yetişmiş ve eşkıyalıktan vazgeçirdiğim üç beş kişilik çeteyi de müfrezemize ekleyecek ve İznik-Yenişehir bölgesinden geçerek 20. Kolordu Kıtaatı’ndan birine ulaşmak kararımız planlanmıştı.”
Cevat Abbas’ın “Bahçıvanlıktan yetişmiş ve eşkıyalıktan vazgeçirdiğim üç, beş kişilik çete” diye ifade ettiği kişilerin Yenibahçeli Şükrü Bey ve adamları olduğu anlaşılmaktadır. Cevat Abbas, planın uygulanması için gereken önlemlerin tamamlanmasını ve ormanların yapraklanmasını beklediklerini belirtmiştir.
Anadolu’ya gizli geçiş planının tüm hazırlıklarının tamamlandığı o günlerde hiç beklenmedik bir gelişme yaşanmış, İstanbul Hükümeti ve Padişah Vahdettin, Karadeniz Bölgesi’ndeki karışıklığı önlemek amacıyla Atatürk’ü “ordu müfettişi” göreviyle Anadolu’ya göndermeye karar vermiştir. Bu resmi görev, Samsun yoluyla Anadolu’ya geçme olanağı sağladığı için, aylar önceden gizlice hazırlanan “Gebze-Kocaeli yoluyla Anadolu’ya gizli geçiş planına” artık gerek kalmamıştır.
Cevat Abbas, Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planının ayrıntılarını şöyle anlatmıştır:
“Atatürk’le kendime, cephanesiyle birlikte birer mavzer filintasıyla iki el bombası hazırlamıştım. Tasavvur ettiğim yollar güzergâhının haritalarını tamamlamıştık. Ansızın bir gün Atatürk’ün bizzat tespit ettiği Gebze civarından Tavşancıl’a inen yolu takip ederek Yahya ve arkadaşlarıyla buluştuktan ve onları da beraberimize aldıktan sonra Yarımca civarından Değirmendere’ye geçecektik. Değirmendere bölgesinde Dünya Savaşı içerisinde eşkıyalıkları ile Türk köylerini zarara sokan bahçıvanlıktan yetişmiş ve eşkıyalıktan vazgeçirdiğim üç beş kişilik çeteyi de müfrezemize ekleyecek ve İznik-Yenişehir bölgesinden geçerek 20. Kolordu Kıtaatı’ndan birine ulaşmak kararımız planlanmıştı.”
Cevat Abbas’ın “Bahçıvanlıktan yetişmiş ve eşkıyalıktan vazgeçirdiğim üç, beş kişilik çete” diye ifade ettiği kişilerin Yenibahçeli Şükrü Bey ve adamları olduğu anlaşılmaktadır. Cevat Abbas, planın uygulanması için gereken önlemlerin tamamlanmasını ve ormanların yapraklanmasını beklediklerini belirtmiştir.
Anadolu’ya gizli geçiş planının tüm hazırlıklarının tamamlandığı o günlerde hiç beklenmedik bir gelişme yaşanmış, İstanbul Hükümeti ve Padişah Vahdettin, Karadeniz Bölgesi’ndeki karışıklığı önlemek amacıyla Atatürk’ü “ordu müfettişi” göreviyle Anadolu’ya göndermeye karar vermiştir. Bu resmi görev, Samsun yoluyla Anadolu’ya geçme olanağı sağladığı için, aylar önceden gizlice hazırlanan “Gebze-Kocaeli yoluyla Anadolu’ya gizli geçiş planına” artık gerek kalmamıştır.
Planın Düşündürdükleri
Atatürk, İstanbul’da aylarca, “Gebze-Kocaeli yolundan Anadolu’ya gizli geçiş” planı üzerinde çalışmıştır. “Her hareketini bir plan ve program doğrultusunda yapan Atatürk’ün elbette ki Anadolu’ya geçmek için yedek bir planı vardı. Ve bu plan son anda iptal edilen ve Cevat Abbas Bey’in açıklamış olduğu ‘Kocaeli üzerinden’ gizli geçiş planıydı.”
Atatürk’ün İstanbul’a gelir gelmez Yenibahçeli Şükrü Bey ile temas kurarak Gebze-Kocaeli yolunun güvenliğinin sağlanmasını istemesi ve yaveri Cevat Abbas aracılığıyla Yahya Kaptan’a Kocaeli’de ilk milli müfrezelerden birini kurdurması, bu planın hazırlıklarındandır. Eğer bu plan uygulansaydı, Kurtuluş Savaşı’nın başlaması ve Anadolu’daki yayılması çok daha başka bir biçimde olacak ve tarih çok daha başka bir biçimde yazılacaktı.
Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planının düşündürdüklerini şöyle özetlemek mümkündür:
1. Atatürk, İstanbul’a geldikten hemen sonra bir şekilde Anadolu’ya geçmeyi düşünmüştür.
2. Atatürk’ün Anadolu’ya geçiş kararı son anda verilmiş bir karar değil, inceden inceye düşünülmüş, planlanmış bir karardır.
3. “Atatürk Anadolu’ya geçmeyi düşünmüyordu! Onu ben ikaz ettim! Anadolu’ya geçiş düşüncesi bana aittir!” diyen Kazım Karabekir’in bu ve benzeri iddiaları çürümektedir.
4. Atatürk, Anadolu’ya geçmek için Padişahın vereceği göreve muhtaç değildir; kendi plan ve programıyla da Anadolu’ya geçebilecek durumdadır.
5. Atatürk’ün Kuvayı Milliye’nin oluşumundaki rolü inkâr edilemez.
6. Anadolu direnişinin başlamasında ve güçlenmesinde Atatürk’ün “ince hesapları” ve “teşkilatçılık yeteneğinin” büyük bir etkisi vardır.
Atatürk’ün İstanbul’a gelir gelmez Yenibahçeli Şükrü Bey ile temas kurarak Gebze-Kocaeli yolunun güvenliğinin sağlanmasını istemesi ve yaveri Cevat Abbas aracılığıyla Yahya Kaptan’a Kocaeli’de ilk milli müfrezelerden birini kurdurması, bu planın hazırlıklarındandır. Eğer bu plan uygulansaydı, Kurtuluş Savaşı’nın başlaması ve Anadolu’daki yayılması çok daha başka bir biçimde olacak ve tarih çok daha başka bir biçimde yazılacaktı.
Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planının düşündürdüklerini şöyle özetlemek mümkündür:
1. Atatürk, İstanbul’a geldikten hemen sonra bir şekilde Anadolu’ya geçmeyi düşünmüştür.
2. Atatürk’ün Anadolu’ya geçiş kararı son anda verilmiş bir karar değil, inceden inceye düşünülmüş, planlanmış bir karardır.
3. “Atatürk Anadolu’ya geçmeyi düşünmüyordu! Onu ben ikaz ettim! Anadolu’ya geçiş düşüncesi bana aittir!” diyen Kazım Karabekir’in bu ve benzeri iddiaları çürümektedir.
4. Atatürk, Anadolu’ya geçmek için Padişahın vereceği göreve muhtaç değildir; kendi plan ve programıyla da Anadolu’ya geçebilecek durumdadır.
5. Atatürk’ün Kuvayı Milliye’nin oluşumundaki rolü inkâr edilemez.
6. Anadolu direnişinin başlamasında ve güçlenmesinde Atatürk’ün “ince hesapları” ve “teşkilatçılık yeteneğinin” büyük bir etkisi vardır.
Anadolu’ya gizli geçiş için Gebze-Kocaeli yolunu emniyete alan Atatürk, İstanbul’dan Anadolu’ya silah sevkıyatı için de İnebolu yoluna önem vermiştir. İstanbul’daki Karakol Cemiyeti, Mim Mim Grubu gibi Mustafa Kemal’e bağlı “gizli örgütler” düşman cephaneliklerinden aldıkları silah ve cephaneyi önce Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’ne getirmişler, sonra buradan kayıklarla Karadeniz yoluyla İnebolu üzerinden Anadolu içlerine nakletmişlerdir.
Şimdi bütün bu gerçeklerden sonra, "Sanki Milli Mücadele Atatürk'ün Samsun'a çıkmasıyla başladı!" diyen Hilal Kaplan gibi kadrolu Atatürk düşmanlarına "Evet, Milli Mücadele Atatürk'ün 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkmasıyla başlamadı! Çünkü Atatürk çok daha önce Kasım 1918'de Adana'da Milli Mücadele'yi başlatmıştı" diyebiliriz. Ah bu Atatürk düşmanı kafa ah...
Nutukta Gizli İmza: 19 Mayıs 1919
Peki ama Atatürk neden Nutuk adlı dev eserinde Kurtuluş Savaşı’nı Kasım 1918’de Adana’da değil de Mayıs 1919’da Samsun’da başlattığını ima etmiştir? Atatürk, Nutuk’ta neden Kasım 1918’de Adana’da başlattığı ve Mayıs 1919’a kadar İstanbul’da devam ettirdiği kurtuluş hazırlıklarından söz etmemiştir? Nutuk’a neden “1919 yılı Mayısının 19. günü Samsun’a çıktım” cümlesiyle başlamıştır?
Kanımca Atatürk, Türk Kurtuluş Savaşı’nın özellikle genç kuşakların beynine kazınması için bir mihenk taşı, bir milat, bir sembol tarih ve olay belirleyerek Nutuk’u o sembol tarih ve olayla başlatmak istemiştir. Bu nedenle Nutuk’a, “1919 yılı Mayısının 19. günü Samsun’a çıktım” cümlesiyle başlamıştır.
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Atatürk’ün Nutuk’a bu cümleyle başlamasının çok daha derin ve Kuran’da gizli dinsel bir anlamı olduğunu ileri sürmüştür. Kuran’da 19 rakamının bir tür “imza” olduğunu ifade eden Öztürk, benzer bir imzanın Nutuk’ta da olduğunu belirtmiştir. Şu sözler Yaşar Nuri Öztürk’e aittir:
“Nutkun ilk cümlesini bilir misiniz? Bir denizdir, bir devrimdir… Bazıları ‘Nutuk Atatürk’ün günlüğünden ibarettir’ der. Utan be bunu diyen… (…) Nasıl bir heyetler halinde çalışma ile yazmış uzmanlar ile… Yazmış, vermiş… Sonra 500 sayfalık metin çıkmış. Okuyor. İlk cümle: ‘19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıktım!’ Böyle bir giriş olur mu? Nutuk’ta da 19 rakamı bir imzadır. Tarih diyalektiği Atatürk’e 19 rakamını imza olarak vermiştir. Bunu görmezden gelenler Atatürk’ü dinin dışına çıkartmak istediler…”
işte AKL-I KEMAL...
Kanımca Atatürk, Türk Kurtuluş Savaşı’nın özellikle genç kuşakların beynine kazınması için bir mihenk taşı, bir milat, bir sembol tarih ve olay belirleyerek Nutuk’u o sembol tarih ve olayla başlatmak istemiştir. Bu nedenle Nutuk’a, “1919 yılı Mayısının 19. günü Samsun’a çıktım” cümlesiyle başlamıştır.
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Atatürk’ün Nutuk’a bu cümleyle başlamasının çok daha derin ve Kuran’da gizli dinsel bir anlamı olduğunu ileri sürmüştür. Kuran’da 19 rakamının bir tür “imza” olduğunu ifade eden Öztürk, benzer bir imzanın Nutuk’ta da olduğunu belirtmiştir. Şu sözler Yaşar Nuri Öztürk’e aittir:
“Nutkun ilk cümlesini bilir misiniz? Bir denizdir, bir devrimdir… Bazıları ‘Nutuk Atatürk’ün günlüğünden ibarettir’ der. Utan be bunu diyen… (…) Nasıl bir heyetler halinde çalışma ile yazmış uzmanlar ile… Yazmış, vermiş… Sonra 500 sayfalık metin çıkmış. Okuyor. İlk cümle: ‘19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıktım!’ Böyle bir giriş olur mu? Nutuk’ta da 19 rakamı bir imzadır. Tarih diyalektiği Atatürk’e 19 rakamını imza olarak vermiştir. Bunu görmezden gelenler Atatürk’ü dinin dışına çıkartmak istediler…”
işte AKL-I KEMAL...
Not: Bu yazıda geçen belgelere, kaynaklara ve dipnotlara AKL-I KEMAL, "Atatürk'ün Akıllı Projeleri", C.1 adlı kitabımdan, bu konunun ayrıntılarına ise PAROLA NUH "Atatürk'ün Gizli Kurtuluş Planları" ve CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI, C.1 adlı kitaplarımdan ulaşabilirsiniz.
19 Mayıs Kutlu Olsun...
Sinan MEYDAN -15 Mayıs 2012
Kaynak: Sinan Meydan (www.sinanmeydan.com.tr)
Karşı devrimcileri tarihin kara sayfalarına gömeceğiz Sinan Bey, and olsun!
YanıtlaSil